7 Aralık 2017 Perşembe

Kanal İstanbul'un güzergahı belli oldu..

Kanal İstanbul’un ÇED Başvuru Dosyası uygun bulundu ve projeye ilişkin ÇED süreci başladı. Daha önce sunulan 5 güzergâh 1’e indi. Buna göre proje Küçükçekmece Gölü-Sazlıdere Barajı-Terkos gölü’nün doğusunu takip eden güzergâhta inşa edilecek.

Kanal İstanbul’un ÇED Başvuru Dosyası uygun bulundu ve projeye ilişkin ÇED süreci başladı. Daha önce sunulan 5 güzergâh 1’e indi. Buna göre proje Küçükçekmece Gölü-Sazlıdere Barajı-Terkos gölü’nün doğusunu takip eden güzergâhta inşa edilecek. Projenin inşasına başlamak için bakanlığın onayı gerekiyor

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı  Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılında duyurduğu Kanal İstanbul projesinin güzergâhı netleşti.

 İstanbul Boğazı’na alternatif olarak planlanan proje alanı Avcılar, Küçükçekmece, Başakşehir ve Arnavutköy ilçeleri sınırları içerisinde yer alacak. Proje kapsamında tesis edilecek olan alt ve üstyapıların tamamı bu ilçelerin sınırları içerisinde kalacak.

 Projenin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunulan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) başvuru dosyası bakanlık tarafından uygun bulundu ve projeye ilişkin ÇED süreci başladı. Projenin ÇED başvuru dosyasında yapılan açıklamaya göre yapılan çalışmalar sonucunda 5 alternatif güzergâhtan en uygun güzergâh belirlendi.

İşte emlak fiyatlarının tavan yapacağı 4 ilçe

 Buna göre, Marmara Denizi’ni Küçükçekmece Gölü’nden ayıran kıstaktan başlayarak, Sazlıdere Baraj Havzası boyunca devam eden ve sonrasında Sazlıbosna Köyü’nü geçerek Dursunköy’ün doğusuna ulaşıp Baklalı Köyü’nü geçtikten sonra Terkos Gölü’nün doğusunda Karadeniz’e ulaşan alternatif güzergâhın İstanbul Boğazı’na alternatif su yolu “Kanal İstanbul Projesi” için en uygun güzergâh olduğu belirlendi.

 Kanal güzergâhının yaklaşık 7 kilometrelik kısmı, Küçükçekmece sınırları içerisinde, yaklaşık 3.1 kilometrelik kısmı Avcılar sınırları içerisinde, yaklaşık 6.5 kilometrelik kısmı Başakşehir sınırları içerisinde ve kalan yaklaşık 28.6 kilometrelik kısmı ise Arnavutköy İlçesi sınırları içerisinde yer alacak.

 PROJE BEDELİ 60 MİLYAR TL

 60 milyar TL yatırımla hayata geçirilmesi planlanan Kanal İstanbul projesinin inşaat aşamasında yaklaşık 5 bin kişinin, işletme aşamasında ise yardımcı tesisler de dahil olmak üzere toplam bin kişinin çalışması öngörülüyor. Mevcut durumda detay mühendislik çalışmaları devam eden yaklaşık 45 km uzunluğundaki Küçükçekmece Gölü - Sazlıdere Barajı - Terkos Gölü’nün doğusunu takip eden güzergâhın inşaatının 5 yılda tamamlanması ve bakımların yapılması kaydıyla ekonomik ömrünün 100 yıl olması öngörülüyor.

6 Aralık 2017 Çarşamba

Konutta en hızlı Esenyurt-Beylikdüzü kazandırıyor

TSKB Gayrimenkul Değerleme A.Ş., 2017 yılı Mart – Eylül arasındaki 6 aylık dönemi kapsayan “Bir Bakışta Markalı Konut Piyasası / 6 Aylık Değerlendirme” raporunu yayımlandı.

İstanbul genelindeki markalı konut projelerine ilişkin analizlerin yer aldığı “Bir Bakışta Markalı Konut Piyasası / 6 Aylık Değelendirme” raporunda bölgelerde meydana gelen değer değişimleri ve gayrimenkullerin geri dönüş süreleri incelendi.

Rapor, 2017 yılı Mart ayı öncesi tamamlanan 50 adet, 2017 yılı Mart-Eylül döneminde tamamlanan 25 adet ve inşaatı devam eden 65 adet olmak üzere toplamda 140 adet markalı konut projesi incelenerek hazırlandı.
Geri dönüş süresi Avrupa Yakasında daha hızlı

İstanbul'daki markalı konut projelerinin ortalama geri dönüş süresinin 24.7 yıl olarak belirtildiği raporda, Avrupa Yakasının ortalama geri dönüş süresi 23.8 yıl olarak hesaplandı. Avrupa Yakasında geri dönüş süresinin en hızlı olduğu bölge 19.3 yıl ile Esenyurt-Beylikdüzü olarak belirtildi. Avrupa Yakasında geri dönüş süresi en uzun olan bölge ise 30.1 yıl ile İstinye-Tarabya bölgesi oldu.

Anadolu Yakasında ise geri dönüş süresi en hızlı olan bölge 21.8 yıl ile Sancaktepe-Sultanbeyli-Samandıra bölgesi olurken en uzun olan bölge 34.4 yıl ile Kadıköy-Bağdat Caddesi-Göztepe-Kozyatağı bölgesi olarak belirtildi.

Değeri en çok artan bölge: Sancaktepe-Sultanbeyli-Samandıra
6 aylık dönem içerisinde değeri en çok artan bölge %8,2 ile Anadolu Yakasında yer alan Sancaktepe-Sultanbeyli-Samandıra bölgesi oldu. İstanbul genelindeki yüksek fiyatlara karşın konumu itibarıyla fiyatların düşük olmasının değer artışını olumlu yönde etkilediği belirtildi.

Sancaktepe-Sultanbeyli-Samandıra bölgesinin ardından, %7,9 ile Çekmeköy-Taşdelen bölgesi değeri en çok artan ikinci bölge oldu. Bomonti bölgesi ise % 7,4 ile 3. sırada yer aldı.

Avrupa Yakasında Bomonti bölgesi %7,4 değer artış oranıyla lider
Avrupa Yakasındaki markalı konut projelerinin ortalama 6 aylık değer artış oranı %3,8 iken Anadolu Yakasının ortalama değer artış oranı %4,0 oldu.
Bomonti bölgesi %7,4 artışla Avrupa yakasında fiyatın en çok arttığı bölge oldu. Bomonti bölgesini %6,3 değer artışı ile Halkalı-Başakşehir-Ispartakule ve Kayaşehir takip etti.
Bununla birlikte, Avrupa Yakasında İstinye – Tarabya bölgesinde fiyatların % 2,3 oranında, Anadolu Yakasında Kadıköy-Bağdat Caddesi-Göztepe-Kozyatağı bölgesinde ise % 0,5 oranında gerilediği görüldü.

Konutta en çok kazandıran İzmir

İzmir’de inşa edilen konutların değeri son bir yılda yüzde 20 artarken İstanbul’da bu rakam yüzde 6.40, Ankara’da 7.65 seviyesinde kaldı.

Son dönemde gayrimenkul piyasasının parlayan yıldızı olan İzmir, konut fiyat artışında hem İstanbul'a hem de Ankara’ya fark attı. Merkez Bankası'nın Konut Fiyat Endeksi verilerine göre, Eylül 2017 itibariyle İzmir'de son bir yılda konut fiyatları yüzde 19.82 artış gösterdi. İstanbul'da bu oran yüzde 6.40 seviyesinde kalırken, Ankara'da yüzde 7.65 oldu. Konut Fiyat Endeksi'ndeki yükselişte İstanbul'a göre üç kat daha fazla değerlenen İzmir'de metrekare ortalama birim fiyatı 2 bin 555 liraya çıktı. İzmir'de Yeni Konutlar Fiyat Endeksi yüzde 20.79, Yeni Olmayan Konutlar Fiyat Endeksi de yüzde 20.07 artış gösterdi. Türkiye'de konutların kalite etkisinden arındırılmış fiyat değişimlerinin izlendiği Hedonik Konut Fiyat Endeksi İzmir'de son bir yılda yüzde 16.77 yükselirken, bu rakam İstanbul'da 5.71, Ankara'da 7.58 oldu.

DÜNYADA İLK 10'DA
Dünyanın önde gelen 150 kenti içinde İzmir, konut artış liginde ilk 8 arasına girmeyi başardı. Dünya genelinde faaliyet gösteren İngiliz gayrimenkul şirketi Knight Frank'in yayımladığı ikinci çeyrek raporuna göre İzmir, Haziran 2017 itibarıyla 1 yıl içinde konut fiyatlarındaki yüzde 20'lik artışla prim liginde sekizinci oldu. Aynı dönemde konut fiyatlarının yüzde 10.5 arttığı İstanbul araştırmaya dahil edilen 150 kent içinde 38'inci olurken, Ankara yüzde 8.5 ile 49'uncu oldu.

SATIŞLAR ARTIYOR
İzmir'de konut metrekare fiyatlarının İstanbul ve Ankara'ya göre daha ucuz olması, ulaşım ağı güçlü ve üniversitelere yakın lokasyonlarda yatırımcı amaçlı alımların fazlalaşması nedeniyle satışların yükseldiği ifade ediliyor. İstanbul-İzmir Otoyolu projesi nedeniyle Çeşme, Urla, Seferihisar gibi turistik bölgelere olan ilginin yanı sıra, Bayraklı, Bornova ve Karşıyaka'da son dönemde 1+1 ve 2+1 dairelere olan talebin artmasının gayrimenkul piyasasını pozitif yönde etkilediği belirtiliyor. Bu durum, Türkiye İstatistik Kurumu'nun açıkladığı konut satış rakamlarında da görülüyor. Ocak – Ekim 2017 dönemini kapsayan verilere göre, İzmir'de yılın ilk 10 ayında toplam 68 bin 519 konut el değiştirdi. Geçen yıl söz konusu dönemde satılan konut sayısı 64 bin 450 adet seviyesindeydi. İlde satılan konutların 27 bin 739 adedi birinci el, 40 bin 780 adedi ise ikinci el konutlardan oluştu. İzmir'de yılın ilk 10 ayında el değiştiren evlerin, 26 bin 464 adedi konut kredisi ile alınırken, 42 bin 55 adedi ise peşin veya senetle satın alındı.

67 BİN YENİ KONUT DAHA
Türkiye İstatistik Kurumu'nun Ocak – Eylül 2017 döneminde belediyeler tarafından verilen yapı ruhsatlarına dair istatistiklerine göre İzmir'de yılın ilk dokuz ayında 10 bin 687 binaya yapı ruhsatı verildi. Bu binalarda toplam 67 bin 41 adet konut yer alıyor. Verilere göre 11 milyon 354 bin metrekare yüzölçümüne sahip bu yapıların 6 milyon 494 bini konut, 2 milyon 565 bini konut dışı, 2 milyon 294 bini ise otel, hastane, okul vb. ortak kullanım alanı olacak. Söz konusu binaların toplam değeri 11 milyar 55 milyon lira.Ocak – Eylül 2017 döneminde belediyeler tarafından İzmir'de 7 bin 167 binaya yapı kullanım izni verildi. Toplam yüzölçümü 6 milyon 582 bin metrekare, değeri 6.2 milyar olan bu binalarda 36 bin 198 adet konut yer alıyor.

EN ÇOK BUCA'DA KONUT EL DEĞİŞTİRDİ
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, İzmir'deki tüm ilçeler incelendiğinde 2017 yılının ilk 10 ayında 8 bin 179 konut satışı ile Buca kentte en çok satılan ilçe oldu. 7 bin 786 konut satışı ile Karşıyaka ikinci olurken, bu ilçeyi 5 bin 357 adetle Karabağlar, 5 bin 206 adetle Torbalı ve 4 bin 552 adetle Çiğli ilçeleri takip etti. Son dönemde gayrimenkul geliştiricilerin ilgisini çeken Bayraklı'da 3 bin 553, Bornova'da ise 3 bin 589 konut el değiştirdi.

KAYNAK

TÜYLER NEDEN DİKEN DİKEN OLUR?

Vücudumuz üzerindeki tüyler, küçük birer kasla deri altına bağlıdır. Duygusal stres, üşüme hissi ya da deride rahatsızlık durumlarında bu kasların refleks olarak kasılması, tüylerin 'diken diken olmasına' neden olur. Özellikle soğuk koşullarda tüylerin diken diken olması, söz konusu kasların kasılması nedeniyle ortaya çıkan ısı enerjisinin, vücudu çok az da olsa ısıtmasını sağlar. Diğer durumlardaysa, sıklıkla bir 'sinyal' mekanizmasının parçası olarak iş görürler.

TAVUKLAR NEDEN SARI VEYA BEYAZ GİBİ FARKLI RENKTE YUMURTLARLAR?

Tavukların niçin bazılarının yumurtaları beyaz da bazılarının açık kahverengi? Bu konuda iki zıt ama ikisi de yanlış olan görüş var. Kabuktaki beyaz rengin, yumurtanın ideal oluşumunu tamamladığını gösterdiğini, bunun dışında bir renk değişiminin kalitede düşüş anlamına geldiğini iddia edenlerin yanı sıra, kabuğun rengi ne kadar koyu ise besin açısından da o kadar değerli olduğunu ileri sürenler de var. Genellikle Avrupa ülkelerinde kahverengi yumurtalar makbul sayılırken, ABD'de durum tam tersidir.
Oysa her iki görüş de yanlıştır. Besin değeri, lezzet ve pişme karakteristikleri bakımından her iki renk yumurtanın da içi aynı değerdedir. Her iki yumurtada da aynı miktarda protein, mineral ve vitaminler (C vitamini hariç) vardır. Tabii tavuğun yediği yemin kalitesi de belirli farklar yaratabilir.
Yumurtanın içi değil de kabuğunun rengi ile haklı olarak ilgilenenler, sadece onları paketleyenler ve satanlardır; çünkü bir pakette hep aynı rengin olması müşteri tarafından tercih edilmektedir.
Tabiatta yaşayan hayvanların yumurtalarını renkli veya koyu renkte, hatta gölgeli ve çizgili şekilde yumurtlamalarının ana nedeni, bu yumurtaları yemek isteyen düşmanlarına karşı gizleyerek neslin devamını sağlamaktır.

Yumurtaların kabuklarının renklerini, tavuğun kökenine, atalarının yaşadığı yerlere bağlayanlar da var. Bu görüşe göre Asya kökenli tavukların yumurtaları kahverengi, Akdeniz kıyıları kökenlilerin ise beyaz oluyormuş.

SOĞAN NEDEN GÖZ YAŞARTIR?

Bir soğanı dilimlediğimizde, birçok sayıda soğan hücresini kırarak açmış oluruz. Bu hücrelerin bazıları içlerinde enzimler barındırırlar ve dilimlenerek açıldıklarında bu enzimler dışarı çıkar.
Aminoasit, bu çıkan enzimlerden biridir ve çıktığında gaz hâlini alır. Bu gaz gözlere ulaştığında, gözlerin nemli kalmasını sağlayan sıvı bu gaza tepki verir. Bu da kimyasalların yeniden şekillenmesini sağlar, orta şiddette bir sülfürik asit üretir ve bu gözleri rahatsız eder. Gözlerdeki sinir uçları çok hassastır ve bu etkiye çok çabuk tepki verir. Soğan doğradığımızda gözlerimizin yaşarmasının sebebi budur. Beyin, gözü rahatsız eden asidi sulandırarak, gözlerin korunmasını sağlamak için gözyaşı kanallarına daha fazla su üretmesi mesajını gönderir. Buna karşı verdiğimiz ilk tepki muhtemelen gözlerimizi ovuşturmaktır ama aslında bu, gözlerimizin daha da yaşarmasına sebep olur; çünkü elimizdeki soğan suyunu gözlerimize yaymış oluruz.

SICAKTA NEDEN TERLERİZ?

Terleme, sıcak ortamlarda ve spor gibi güç esnasında vücudun ısısını düzenlemek için oluşturduğu fizyolojik bir olay. Maksat harareti yükselmiş vücudu soğutmak. Şofbenlerdeki termostat gibi ısı yükselince vücudun termostatı devreye giriyor ki buna 'sempatik sistem' deniyor, terleme başlıyor, ısı düşüyor.
Vücutta beş milyon kadar ter bezi bulunuyor. Her noktada mevcut fakat sırt, koltuk altı, avuç içi ve ayak tabanında daha çoklar.

Ter bezleri ısı değişikleri nedeniyle yüz ve üst bedende, zihinsel nedenlerle (utanma, korkma, stres) avuç içi ve ayak tabanlarında, acı ve baharatlı yiyecekler nedeniyle dudak üstleri veya saçlı deri gibi bölgelerde uyarılarak terlemeye neden olurlar.

SARI RENKLİ OLAN MISIR PATLATILINCA NEDEN BEYAZ OLUR?

Mısır, içeriğindeki suyun ısı nedeniyle yaptığı basıncın bir sonucu olarak patlar. Öz halindeki mısır taneciği ısıtıldığında, içeriğindeki su da buhar haline dönüşüp basınç yaratır ve bu basınç taneciğin kabuğunu zorlamaya başladığında da mısırı patlatır.
Bu gerçekleştiğinde dışarı çıkan kabarık beyazlık ise tane içeriğindeki nişastadır. Rengi de nişasta içeriğinden dolayı beyaz olur. Mısırın içinde bulunan jelatin yapıdaki nişasta tanecikleri, nemden dolayı oluşan basınç nedeniyle patlamaz.

Bunun yerine, genleşerek jel benzeri kabarcıklar haline gelirler. Daha sonra bu kabarcıklar birleşerek katılaşır ve sonuçta da şekilsiz beyaz patlaklar meydana gelir.

SAÇLARIMIZ UZUYOR DA KİRPİKLERİMİZ VE KAŞLARIMIZ SÜREKLİ UZAMIYOR?

Vücudumuzun farklı bölgelerindeki kılların, farklı uzama potansiyelleri var. Bu potansiyele eriştiklerinde uzamaları duruyor. Saçlarımızın uzama potansiyeli diğer bölgelere daha fazla. Maksimum boya erişmeleri için daha fazla süre gerekiyor. Belli zamanlarda saçlarımızı kestirdiğimiz için sanki bize sürekli uzuyorlarmış gibi geliyor. Mesela kaş ya da kirpiği köke yakın bir yerden kestiğimizde belli bir boya gelinceye kadar uzayıp öylece kaldığını hepimiz gözlemleyebiliriz. Çünkü onların maksimum boya ulaşma potansiyelleri de o kadardır.

NEDEN TİMSAH GÖZYAŞI DENİR?

Timsahlar avlarını yerken, ağızlarını çokça açtıklarında, gözlerinden bir sıvı salgılarlar. Gözyaşı gibi görünen bu sıvının üzüntüyle bir ilgisi yoktur. Buradan yola çıkarak, bir şeye üzülmediği halde üzülmüş gibi yapan insanlar için 'timsah gözyaşları döküyor' deyimi kullanılır. Sahtekârlık, iki yüzlülük gibi olumsuz bir anlamı vardır.

EVRENİN YAŞI KAÇTIR?

Wilkinson Mikrodalga Anizotropi Uydusu (WMAP), bundan yaklaşık 5 yıl önce, evrenin her yerini dolduran 'kozmik mikrodalga fon ışınımı' üzerinde duyarlı ölçümler yaptı. Bu ışınım, evrenin başlangıç anı olan Büyük Patlama'dan yaklaşık 300.000 yıl sonra ortamın yeterince soğumasıyla atom çekirdeklerinin ortamdaki serbest elektronları yakalayıp atomları oluşturdukları, böylece enerji (ışık) parçacıkları olan fotonların ilk kez her tarafa dağılmış olan elektronlara çarpmaktan kurtulup, serbestçe boşlukta yol almaya başladıkları andan kalan fosil ışınım.
Günümüzde evren çok genişlemiş ve soğumuş olduğu bu fosil ışınım, 2,7 K (yaklaşık -270 C) dereceye karşılık geliyor. WMAP, bu fosil ışınım içinde 1 derecenin 100.000'de biri ölçeğine kadar çok küçük sıcaklık farkları belirledi. Bu farkların incelenmesi, evrenin yaşı, içeriği, yapısı ve geleceği konusunda çok kesin veriler ortaya koydu. Bu verilere göre, evrenimizin 13,7 milyar yaşında olduğu hesaplanıyor.

Şemsiyelerin çoğunun rengi niçin siyahtır?

Şemsiyeler ilk olarak 3400 yıl önce Mezopotamya'da, bir rütbenin, bir ayrıcalığın sembolü olarak kullanılmaya başlandı. Bu ilk şemsiyeler Mezopotamyalıları yağmurdan değil, yakıcı güneşten korumak için kullanılıyordu.

Şemsiyeler yüzyıllar boyu hep güneşten korunmak için kullanıldı. Bugün bile bazı Afrika kabilelerinde şefin arkasında yürüyen bir şemsiye taşıyıcısı görülmektedir. Hatta İngilizce'de şemsiye anlamındaki 'umbrella' kelimesi, Latince gölge anlamına gelen 'umbra' kelimesinden türemiştir.

Milattan önce 1200 yıllarına gelindiğinde şemsiye Mısırlılarda biraz dini bir anlam kazandı. Gökyüzünün Tanrının vücudundan yapılmış, dünyayı koruyan bir şemsiye olduğuna inanıyorlardı ve başlarının üzerinde taşıdıkları şemsiye yüksek ahlak sembolü idi.

Romalılar şemsiye kültürünü Mısırlılardan aldılar ama onu hep kadınsı bir sembol olarak gördüler ve erkekler tarafından hiç kullanılmadı. Yağlı kağıttan yapılan şemsiyelerin yağmuru da geçirmediği görülünce, kadınlar tarafından yağmurda da kullanılmaya başlandı. Artık antik tiyatrolarda, yağmurda kadınlar şemsiyeler altında rahat rahat otururlarken, erkekler sırıl sıklam ıslanıyorlardı.

Avrupa'da şemsiyelerin yaygın olarak kullanılmasına 1700'lü yıllarda başlanmıştır. Bu yıllarda şemsiyelerin yünlü kumaşlarının üstü bir çeşit yağ ile sıvanıyordu. Bu yağ kumaşa su geçirmez bir özellik kazandırıyor ve siyah bir renk veriyordu. Siyah renkli bu şemsiyeler erkekler tarafından da benimsendi ve güneş için olan beyaz şemsiyeler kadınların, yağmur için olan siyahlar ise erkeklerin vazgeçilmez aksesuarları oldu.

Bir çeşit yağ ile sıvanan siyah şemsiyeler gerçekten yağmuru hiç geçirmiyorlardı ama ömürleri de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha kaliteli şemsiyeler üretildi, ancak siyah renk su geçirmezliğin bir garantisiymiş gibi algılanmaya devam edildi. Günümüzde yazın şemsiye kullanma adeti pek kalmadı ama yağmurda erkekler siyah şemsiye taşımada hala ısrarlı. Kadınlar ise cıvıl cıvıl renklerdeki şemsiyelerle dolaşıyorlar.

Niçin trafik lambaları kırmızı, sarı ve yeşildir?

Trafik ışıkları uygulaması, önceleri demiryollarının trenleri kontrol için uyguladığı sinyaller Örnek alınarak başlamıştır. Demiryolları idaresi kırmızı rengi 'dur' sinyali olarak seçmişti. Kırmızı renk kan rengi olduğundan asırlar boyu tehlikenin, tahribatın ve ölümün simgesi olmuştur. Demiryolları ilk faaliyete geçtiği 1830'lu yıllarda 'ikaz' ışığının rengi yeşil, 'geç' ışığının ise beyazdı.

Bir süre sonra beyaz sinyal problem yaratmaya başladı. Beyaz renkli 'geç' sinyali diğer sokak lambaları ile karıştırılabiliyordu. Ama daha da kötüsü 'dur' işaretlerine konulan kırmızı mercekler yerlerinden düşünce ışık beyazlaşıyor, 'geç' sinyali olarak algılanıyor ve kazalara yol açabiliyordu.

Sonunda demiryolcular kırmızıyı 'dur', yeşili 'geç' sarı rengi de 'ikaz' sinyali olarak kullanmaya başladılar. Bilindiği gibi sarı, renk spektrumu içinde en göz alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması gereken yerde beyaz ışığı görürse, bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve tedbirini alıyordu.

Karayollarına gelince, yollarda sadece atların ve at arabalarının bulunduğu tarihlerde bile dünyanın büyük şehirlerinde trafik sorundu. İlk trafik lambası otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868'de Londra'da kullanıldı. Gazla yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen kırmızı ve yeşil lambalar bir yıl sonra patlayıp, kendilerini çeviren polisi de yaralayınca bu uygulama ortadan kalktı.

Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde dolaşmaya başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde değişik uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı ama demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki yolun kesiştiği kavşaklarda işe yaramıyordu.

Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik trafik lambasını, ilkokul mezunu ve ABD'deki Cleveland'da otomobil sahibi ilk siyah olan Garrett Morgan geliştirdi. 1914'de ilk denemelerine başlayan Morgan 1923'de de patentini aldı. Morgan 1963'de ölümünden az önce patentini 40 bin dolara General Electric firmasına sattı.

Morgan'ın lambaları demiryollarına benzer şekilde bir "T" üzerinde kırmızı ve yeşil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında sarı lamba da ilave edildi ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı.

Aradan geçen yıllara rağmen sarı renk hala 'ikaz' anlamındadır ama günümüz sürücüleri onu 'geç' sinyali olarak algılıyorlar.

Matemde bayraklar niçin yarıya indirilir?

Bu geleneğin kökeni eski deniz savaşlarına kadar uzanıyor. O devirlerde her bir savaş gemisinin direğinin tepesinde dalgalanan kendine özgü renkli bir bayrağı vardı. Bir deniz savaşından sonra yenilen gemi, galip tarafın bayrağını asmak zorundaydı, bunun için de kendi bayrağını yarıya çekerek üstte yer bırakırdı.
Günümüzde böyle bir durum söz konusu değilse de, bayrakları yarıya indirmek bir saygı ifadesi olarak kaldı. Milletlerin matem günlerinde, önemli devlet adamlarının ölümünde, diğer milletlerin de bayraklarını yarıya indirmeleri, mateme katılmak anlamında uluslararası bir gelenek haline geldi.

Hangi ulustan olursa olsun denizde birbirinin yanından geçen gemilerin, geçiş süresince bayraklarım yarıya indirmeleri geleneği, saygının bir ifadesi olarak günümüzde hala devam etmektedir.

İnsanlar niçin tokalaşıyorlar?

Tokalaşma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski çağlarda, tüm erkekler bir silah taşıyor ve çoğunluğu da bu silahı sağ eli ile kullanıyordu.

Bir erkek diğerine dost olduğunu, elinde silah bulunmadığını göstermek için, boş sağ elini uzatıyor, diğeri de aynı şeyi yapıyordu. Ama her iki taraf da kendini emniyete almak, diğerinin aniden silah çekmesine mani olmak için, birbirlerinden emin olana kadar, birlikte ellerini hafifçe sıkarak duruyorlardı.
Tokalaşırken elleri sallama alışkanlığı, elleri daha iyi kavrayarak, rakibin giysisinin içinden aniden bir silah çıkarmasını önlemek için başlamış olabilir.

Ancak sonraları dostluğun bir ifadesi oldu.

İngiltere'de trafik niçin soldan akar?

Bir zamanlar herkes İngilizler gibi yolun solundan gidiyordu. Bunun için de çok geçerli bir sebep vardı.

Yüzyıllarca önce yolun karşısından gelenin dost mu, yoksa düşman mı olduğunu kestirmek mümkün değildi. İnsanların çoğu sağ ellerini kullandıkları için, yolun solundan, duvar dibinden (yaya veya atla) giderek sol taraflarını emniyete alır, sağ ellerini kılıçlarını hemen çekecek şekilde hazır bekletirlerdi.

Yolun solundan seyahat, ilk defa 1300 yıllarında, papanın Roma'ya gelecek hacıların yolda karmaşaya sebep vermemeleri için, yolun solundan gitmelerini söylemesiyle resmileşti ve yüzyıllar boyu devam etti.

18. yüzyılın sonlarında ABD'de birçok atın çektiği posta arabalarında, sürücü koltuğu yoktu ve sürücü en arkada ve soldaki atın üstünde oturuyordu. Bu da yolun solundan gidildiğinde karşıdan geleni ve yolun kontrolünü zorlaştırıyordu.
Çok geçmeden ABD'de trafik sağdan işlemeye başladı. Fransız İhtilali sırasında, ihtilalin liderlerinden Maximilien Robespierre, büyük bir olasılıkla Katolik kiliseye meydan okuyanlara bir jest olsun diye, Paris'lilerden yolların sağından gitmelerini istedi.

Bir süre sonra aslında kendisi de bir solak olan Napolyon, ordularındaki ikmal arabalarının yolların sağından gitmeleri emrini verdi ve zaptettiği her ülkede de bu uygulamayı hayata geçirdi.

İngiltere hiçbir zaman Napolyon tarafından zapt edilemediğinden İngilizler yolun solundan gitme alışkanlıklarından vazgeçmediler. Avustralya, Hindistan gibi tüm eski sömürgelerinde de bu usulü devam ettirdiler. Zaten İngilizler'de Amerikalılardan farklı olarak sürücü arabanın üstünde ve sağında oturuyordu.
Modern araba teknolojisinin gelişmesi ile bu gelişimin dünyada öncüsü olan ABD'de sürücü koltuğu ve direksiyon sağdan gidişe uygun olarak sola konuldu ve dünyanın birçok bölgesinde bu şekilde yaygınlaştı.

İngiltere'de ve eski sömürgelerinde, trafik akışını sağ şeride almanın faturası o kadar yüklüdür ki, artık isteseler de kolay kolay bunu yapamazlar.

Hangi ülkede olursanız olun, trafiğin yönü ister sağdan olsun ister soldan, karşıdan karşıya geçmeden önce, siz yine de her iki yöne bakmayı ihmal etmeyin.

Günümüzde üniformalar niçin haki renkte?

Napolyon savaşlarına kadar, askeri üniformalar çok renkli ve gösterişli idi.
Ancak savaş teknolojisi geliştikçe bunun da bazı sakıncaları ortaya çıkmaya başladı. Kılıç ve kalkanla yapılan savaşlarda gösterişli üniformalar düşmanda moral bozukluğu yaratıyordu ama ateşli silahlar bulununca, bu parlak ve renkli giysiler uzaktan iyi bir hedef olmaya başladı. Bugün askerler savaşa en uygun sadelikte giyinerek giderler ve sadece gerekli teçhizatı taşırlar.

Üniformalardaki haki renk ise ilk kez İngilizler tarafından 1850'li yıllarda Hindistan'da kullanılmaya başlanmıştır. Britanya ordusundan Hary Lumsden İngiliz askerlerinin beyaz üniformaları nedeni ile kolay hedef olduklarını fark edince, üniformaların üzerine toz ve çamur sürerek ve biraz da çay ile boyayarak renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin rengini araziye uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu üniformalara Hintçe toprak rengi anlamına gelen 'Khaki' adı verilmiş ve Türkçe'ye de 'haki' olarak geçmiştir.
Khaki 20. yüzyılın başlarında günün standartlarına göre değiştirildi. Bu model Amerikan özel timleri tarafından tehlikeli görevlerde kullanılmaya başlanıldı.
Birinci Dünya Savaşı'nda da kullanılan bu renkteki kumaşlar çok sert oldukları için askerlerin hareket kabiliyetlerini azaltıyor ve ıslandıkça daralıyorlardı. 1932 yılında pamuktan üretilen 'cramerton' ordu elbisesi dayanıklı olması ve içinde kolayca hareket edilebilmesi açısından İkinci Dünya Savaşı'nda ordunun kullandığı en yaygın arazi elbisesi haline geldi.

Bir sonraki aşama ise askerlerin düşman tarafından görülmemesini sağlayacak kadar araziye uygun ama aynı zamanda aynı tarafın askerlerinin birbirlerini vurmamasını sağlayacak şekilde ayırt edilebilir kumaş renk ve desenini yaratmaktı.

Aslında kamuflaja ilk olarak askerler tarafından değil, hayvanların kendilerini fark etmelerini önlemek için avcılar tarafından başvurulmuştu. Kamuflaj desenlerini yaratabilmek için İngiliz ve Fransız orduları ressamlarla işbirliği yapmıştır. Hatta Picasso'nun ordu giysilerini görünce, 'Bunlar benim desenlerim' diye bağırdığı bile rivayet edilir.

Eski insanlar tuvaletlerini nasıl yapıyorlardı?

İnsanlar tarihlerinde çok uzun bir süre tuvalet kullanmadılar. Başlangıçta hayvanlar nasıl yapıyorlarsa, onlar da öyle yaptılar. İşlerini en yakın çalının dibinde veya bir ırmak kenarında görebiliyorlardı. Ancak toplumlar geliştikçe, köyler, kasabalar ortaya çıktıkça tuvalet ihtiyacını karşılamak için daha uzak mesafelere gitme zorunluluğu doğdu. Ayrıca açıkta bırakılan atıkların yarattığı kötü koku ve hastalık tehlikeleri de insanlarda bu konuda bazı önlemler almanın zamanının geldiği bilincini oluşturdu.
Binlerce yıl önce Sümerler, Mısırlılar ve Hindistan'da yaşayanlar oturakta oturup, ihtiyaçlarını giderdikten sonra oturağa düşenleri uzakta bir yerlere döküyorlardı. İki bin yıl önce ise Romalılar ilk basit tuvaleti kullanmaya başladılar. Atıklar oturdukları deliğin içine düşüyor, deliğin altından akan su onları uzağa taşıyordu.
Çiftçilerin, açık arazide çalışanların ise zaten böyle bir dertleri yoktu. Tarlanın bir köşesine çukur kazıyor, çukur yeterince dolunca, toprakla dolduruyor ve başka bir çukur kazıyorlardı. Geceleri ise yataklarının altında bir lazımlık bulunduruyorlardı.
Ortaçağda kale ve şatolarda atık bir delik vasıtası ile binanın etrafındaki su birikintisine düşürülüyordu. Bir yere tuvaletini yapıp, onu bir tanktan gelen su ile sürükleyip, uygun bir yere bırakma fikri ilk olarak Kraliçe 1. Elizabeth zamanında, 1589 yılında John Harrington'dan geldi. Ancak o zamanlar İngiltere'deki evlerde ne böyle bir tankı dolduracak, ne de atığı alıp götürecek su sistemi vardı.
Günümüzdekilere benzer bir tuvalet ancak iki yüzyıl sonra 1778'de İngiltere'de bir saat yapımcısı olan Alexander Cumming tarafından tasarlandı ve Joseph Bramah tarafından geliştirildi. Tuvaletlerden evlere yayılan kötü koku ise 1849 yılında Stephen Green'in 'U' şeklinde bir boruyu tuvaletin çıkışına monte etmesi ile son buldu. Tuvaletlerin ve günümüzde lavaboların da altında bulunan bu 'U' şeklindeki boruda her zaman bir miktar su kalır ve kokunun oluşmasını önler.
Tabii o zamanlar tuvaletler dökme demirden yapılıyordu. Sonra düzgün yüzeylerinin temizlenme kolaylığı bakımından seramik tuvaletler üretilmeye başlanıldı. 1888 yılında ise tuvaletlere zinciri çekilince suyu akan klozetler ilave edildi.
Bizde tuvaletler için hela, kenef, ayakyolu, WC., 00, yüznumara gibi birçok isim kullanılır. 'WC.' İngilizce ismindeki 'Water Closet'in baş harfleridir.
Yüznumaranın hikayesi ise değişik. Eskiden Fransa'da otellerde tuvaletler koridorların uçlarındaydı. Odaların her birine birer numara verirken, tuvaletlere numarasız demişler ve '00' diye işaretlemişlerdi. Fransızca'daki 'numarasız' kelimesi ile '100 numara' kelimesi hemen hemen aynı telaffuz edildiğinden, bizde Fransızcası biraz kıt birinin tercüme hatası sonucu 'yüznumara' olarak yerleşmiştir.

Erkeklerin düğmeleri niçin sağdadır?

Hakikaten, niçin erkeklerin tüm giysilerinde düğmeler sağda, ilikler solda iken kadın giysilerinde tam tersidir?

İşte, insanların daha çok sağ ellerini kullanmalarından dolayı yerleşen bir alışkanlık daha. Sağ elini kullanan bir insan için, sağdaki bir düğmeyi, soldaki bir iliğe geçirmek daha kolaydır. Bu nedenle de erkeklerin düğmeleri daima sağdadır.

Peki kadınların düğmeleri niçin solda? Kadınların çoğunluğu da, daha çok sağ ellerini kullanmıyor mu?

Giysilerde düğmelerin kullanılmaya başlanıldığı ilk zamanlarda, düğmeler hem çabuk kırılabiliyordu, hem de herkesin alamayacağı kadar pahalı idi. Düğme alabilecek zengin kadınlar da, uzun elbiselerini ancak hizmetçilerinin yardımı ile giyebiliyorlardı.
Hizmetçiler ise hanımlarının karşısında, onların düğmelerini, sağ ellerini kullanarak daha rahat ve daha hızlı ilikleyebiliyorlardı (tabii erkeklerin de daha hızlı çözdüklerini söylemeye gerek yok). Bu neden(ler)le, terziler düğmeleri hizmetçinin sağına, hanımının ise soluna gelecek şekilde diker oldular.

Günümüzde her kadın, kendi kendine giyinip soyunmasına rağmen nedendir bilinmez, bu adet değişmedi.

Erkekler niçin kravat takar?

Takılar hariç üzerimizdeki her giysinin bir fonksiyonu vardır. Peki kravatın boğazı sıkmaktan başka fonksiyonu nedir? Her iki yakayı bir araya getirmekse düğme o işi görüyor. Düğmeleri örtüp giysimizi güzel ve renkli kılmaksa kadınlar niye takmıyor? Pek de kravat sever bir millet olmadığımız açıktır ama ister inanın, ister inanmayın kravatın ortaya çıkışında Türklerin de rolü var.
1660'da Osmanlılar Avusturya ordusuna yenilince o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde olan Hırvatistan'dan (Croatia) bir alay asker zaferin kahramanları olarak Paris'e götürüldüler ve kralın huzuruna çıkarıldılar. Bu askerler boğazlarına renkli mendiller takmışlardı. Bu mendiller Romalılar devrinde hatiplerin, ses tellerini sıcak tutmak için boğazlarına sardıkları mendillere benziyordu. Kral çok beğendi ve kendisi de krallık kravatları takan bir alay kurdu. Kravat kelimesi de Hırvat anlamındaki 'Croat'tan türedi.
Çok geçmeden bu moda İngiltere'ye sıçradı. Hiçbir centilmen boğazına bir şey sarmadan kendini iyi giyinmiş hissetmiyordu. Kravat o zamanlar o kadar yüksek bağlanırdı ki, insanlar vücudunu döndürmeden etrafa bakamıyorlardı, ama hiç olmazsa bir faydası vardı. Kılıç darbelerine karşı boyunu koruyordu.
Kravat çeşitli şekillerde yüzyıllarca yerini korudu, yüzden fazla değişik bağlama şekli geliştirildi. Bağlama şekilleri üzerine kitaplar yazıldı. 1960 gençliğinin düzene baş kaldırması sırasında biraz gözden düştü ama 1970'li yıllardan başlayarak popülaritesi yine arttı. Tabii ki patronlar kravat takınca çalışanlara da başka seçenek kalmıyordu.
Kravatlar erkeklerin elbise dolaplarının en kolay yıpranabilir aksesuarlarıdır.
Genellikle erkekler kravatı düğümünün bir tarafından, ince ucunu çekerek çıkarırlar. Halbuki doğru yol kravatı bağlarken hangi hareketleri yaptıysanız, sökerken de ters sıra ile aynısını yapmanızdır.
Kravatı çıkardıktan sonra her iki ucunu birleştirip iki kat yapmanız, parmağınızın üzerine bir kemer gibi sarmanız, parmağınızı içinden çektikten sonra bütün gece o şekilde muhafaza etmeniz uzmanlar tarafından tavsiye ediliyor. Eğer söz konusu olan bir ipek kravat ise sabahleyin de hemen askıya asmanız gerekiyor, bu şekilde içindeki fiberler orijinal şekillerine gelecektir. Son bir uyarı: Üzerinde leke olsa bile ipek kravatları kuru temizlemeye göndermeyin, deforme olabilirler, mümkün olduğunca kendiniz temizlemeye çalışın bu da bir sonuç vermezse dikişlerim söküp mendil olarak kullanabilirsiniz.

Erkekler eskiden nasıl tıraş oluyorlardı?

1991'de Avusturya Alpleri'nde buzullar arasında donmuş bir erkek cesedi bulundu. Şaşırtıcı olan cesedin 5.200 yıl önce yaşamış birine ait olması ve bugüne kadar hemen hemen hiç bozulmadan kalabilmesiydi. 'Alp Çobanı' adı verilen bu cesette dikkat çeken bir başka husus da, yüzünde sakal ve bıyık olmamasıydı.

Arkeologlara göre erkekler tarih öncesi devirlerde de tıraş oluyorlardı. Mağara duvarlarındaki bu devirlerden kalma resimler sakal tıraşı için kabukların, köpekbalığı dişlerinin, en çok da keskinleştirilmiş çakmaktaşlarının kullanıldığını göstermektedir. Günümüzde keşfedilen bazı ilkel kabilelerde çakmaktaşının bu amaçla kullanıldığı gerçekten de görülmektedir. Mısır'da açılan mezarlarda eski Mısırlıların M.Ö. 4. yüzyılda sakal kesmek için kullandıkları altın ve bakır aletler bulunmuştur.

Tarih öncesi erkeğinin sakal tıraşı olma nedeni, kesilmezse 150 santimetreye kadar uzayabilecek olan sakalın hareket kabiliyetini hayli kısıtlamasıdır. Ancak sinek kaydı tıraş olma ihtiyacının nedeni bilinmemektedir. Her gün kesilmesi gerekiyorsa erkekler niçin sakallı yaratılmışlardır, o da ayrı bir konu. Erkekler günümüzde olduğu gibi geçmiş zamanlarda da din, toplumsal konum ve moda gibi nedenlerle tıraş oluyorlardı. Örneğin, Roma'da sadece özgür insanlar tıraş olabilirdi.

MS. 14. yüzyılda şimdiki usturanın ilkelleri ortaya çıkmaya başladı, ama erkeklerin acılı ve kanlı tıraş derdi 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti. King Camp Gillette (jilet) ABD'de 1901 yılında ilk iki taraflı jileti keşfetti. Ancak Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar 168 jilet ve 51 makine satabilmişti. Savaş başlarında ABD hükümeti ordunun ihtiyacını karşılamak için firmaya 3,5 milyon tıraş makinesi sipariş etti. Böylece tıraş bıçağı bir sektör haline geldi.

Kısa bir süre sonra eski bir kılıç üreticisi olan Wilkinson firması da tıraş bıçağı üretimine geçti ve bu ikili günümüze kadar piyasanın devleri olarak geldiler.


Günümüzde Gillette dünya pazarının yüzde 66'sim elinde bulundururken, Wilkinson'un payı yüzde 20'dir. Daima sektörün motoru olan Gillette aslında kaşifinin ve firmanın ismi ve bir marka iken ürünün de ismi haline gelmiştir 1950'li yıllarda ilk elektrikli tıraş makineleri devreye girdi. Aynı yıllarda ise paslanmaz çelik tıraş bıçağı piyasaya çıktı. Günümüz erkeklerinin yaklaşık yüzde 80'i ıslak tıraşı yani tıraş bıçağı kullanmayı tercih ediyor. Dünyada tıraş olan 2 milyar erkek ve her birinin yüzünde ortalama 15 bin kıl varken ve hele hele bu kıllar günde yaklaşık 2 milimetre uzarken, yani bir erkeğin ömrünün ortalama 100 günü tıraş olmakla geçerken, kim bükebilir tıraş bıçağı sektörünün bileğini?

Erkek bebeklerin giysileri niçin mavidir?

Yüzyıllarca önce insanlarda şeytani güçlerin, bebeklerin veya küçük çocukların odalarında dolaştıklarına, onların vücutlarına girmek için fırsat kolladıklarına ilişkin ortak bir inanç vardı.
Ayrıca bu şeytani güçlerin, mavi renk tarafından kovulduğuna da inanılıyordu. Çünkü mavi göklerin rengi idi. Hatta bugün bile hala Ortadoğu'da şeytanı kovmak için, bazı evlerin kapıları maviye boyanmaktadır.
O zamanlarda, sülalenin devamı için, erkek bebeklerin önemi daha fazla olduğu için, şeytan korkar da gider diye, erkek bebeklerin ve küçük erkek çocukların giysilerinin mavi olması adet haline geldi ve yüzyıllar boyunca devam etti.
Çok sonraları kız bebekler de "erkek bebekler kadar önem kazanınca", onların giysilerine de bir renk verilmesi ihtiyacı doğdu ve de çiçeklerin en güzeli olan gülün rengi, yani pembe renk verildi.

Ata neden soldan binilir?

Diğer birçok alışkanlıkta olduğu gibi, bunun da sebebi, insanların çoğunun sağ ellerini kullanıyor olmalarıdır. Asırlar önce, daha çok sağ ellerini kullanan insanlar, kılıçlarını kolay çekebilmeleri için, kılıçlarını kınlarında, sol taraflarında taşıyorlardı.

Ata binerken, sol dizin altına kadar inen bu uzun kılıçla ata sağdan binmek, yani sağ ayağı üzengiye koyup, sol ayağı atın üzerine atarak binmek kılıç nedeni ile zor oluyordu.

Soldan, sol ayağı üzengi üzerine koyup, sağ ayağı atın üzerine atarak binince kılıç sorun yaratmıyordu. Özellikle savaşa giden ordularda disiplin nedeni ile bir örnek hareket edilmesi gerektiğinden, solaklar da ata soldan binmek zorunda kalıyorlardı.

Artık biniciler kılıç taşımıyorlarsa da, ata soldan binmek günümüze kadar uzanan bir gelenek haline geldi.