12 Ekim 2017 Perşembe

LCD EKRAN NASIL ÇALIŞIR ?

Bir dizüstü bilgisayarı yada LCD ekranında likit kristaller iki plaka arasında sandöviç gibi sıkıştırılmış halde bulunurlar. Plakanın birisinde yatay oluklar diğerinde ise dikey oluklar vardır. Moleküller bu olukların içerisinde durma eğilimlerindedirler. Böylece yatay ve dikey molekül katmanları oluşturulur.

Likit kristal moleküllerinden geçen ışık absorbe olmaz. Fakat likit kristaller ışığın polarizasyonu etkilerler Polarizasyon filtreleri aralarında 90 derece olacak şekilde yerleştirilirler. Aralarında likit kristaller olmadığında bir filtreden geçen ışık diğerinde bloke edilir. Likit kristal birinci filtreye giren ışığın polarizasyonumu çevirir ve diğer filtreden geçmesini sağlar.

Likit kristaller elektrik yüklüdürler. Pikseller üzerinden saydam elektrotlara küçük elektrik akımları uygulandığında moleküller elektrostatik kuvvetlerle döndürürler. Bu olay moleküllerin arasından geçen ışığın dönüşünü değiştirir ve polarizasyon filtrelerinden geçen ışığın derecesinin değişmesine imkân tanır.

Elektrik akımı uygulanmadan önce sıvı kristal molekülleri gevşek haldedir. Moleküllerdeki yükler helozonik bir biçimde düzenlenmelerine neden olur. Bazı likit kristal ekranlarda elektrot kristali zayıflatan kimyasal bir yüzeye sahip olabilir. Bu özellik ihtiyaç duyulan açıda kristalleşmeyi sağlar. Bir filtreden geçen ışık likit kristali geçerken yön değiştirir. Böylece ikinci polarize filtreden de geçebilir.

Elektrotlara bir elektrik akımı uygulandığında sıvı kristal molekülleri elektrik alanına paralel hale gelirler. Böylece gelen ışığın dönüşü sınırlandırılır. Eğer likit kristallerin her bir pikseldeki dönüşü kontrol edilirse geçen ışığın miktarı kontrol edilebilir ve pikselin aydınlanması sağlanır.

Renkli LCD sistemleri de aynı tekniği kullanır. Kırmızı, yeşil ve mavi pikselleri oluşturmak için renk filtreleri kullanılır. Renkli LCD lerde her bir piksel üç hücreye ayrılmıştır. Bunlara subpikselde denir. Sub piksellerin rengi sırasıyla kırmızı, yeşil ve mavidir. Her bir subpiksel milyonlarca renk oluşturmak için bağımsız olarak kontrol edilebilir. Eski CRT monitörlerde (katot ışın tüplü) ekran rengi için benzer yöntem kullanılırdı. Renkli LCD ler ilk önce video oyunlarında kullanılırdı ve kalitelerindeki artıda bilgisayar ekranlarında yaygın biçimde kullanılmaktadır.

LCD monitörlerde çözünürlük renk desteği parlaklık kontrast oranı, matriks tipi (pasif veya aktif) cevap süresi (sync nate), görüntülenebilir büyüklük önemli faktörlerdir.

LCD ler ışık kaynağının yerleştirildiği yere göre iki çeşittir.

Transmissif LCD

Reflektif LCD

Transmissif LCD’ler bilgisayar, cep telefonu gibi parlak ışığa ihtiyaç duyulan alanlarda kullanılır.

Reklektif LCD’ler hesap makinelerle ve dijital saatlerde kullanılır. Bu tip LCD ler ekranın arkasındaki bir yansıtıcıyla yansıtılan ışıkla aydınlatılır.

Yüksek çözünürlüklü modern bilgisayar ve televizyon ekranlarında aktif matriks yapı kullanılır.İnce film şeklinde transistor ler (TFT) in bir matriksi polarizasyon ve renk fitrelerine eklenir.Her bir pikselin kendi trasistörü vardır.Aktif matriks ekranlar daha parlaktır ve aynı ebattaki pasif matriks ekranlardan daha net görüntü sunarlar.

LCD teknolojisi diğer ekran teknolojileriyle mukayese edildiğinde hâla birkaç dezavantaja sahiptir. LCD lerin kontrast oranı plazma ve CRT lere göre daha düşüktür. LCD lerin seyretme mesafesi plazmalara göre daha uzundur. LCD lerin seyretme açıları diğer ekranlara göre daha düşüktür. Bu ihmal edilebilir dezavantajlarına rağmen LCD ekranların kullanım alanları büyük bir hızla artmaktadır. Fazla yer kaplamamaları estetik ve ergonomik görüntüleri LCD ekranların tercih sebeplerinin başında gelmektedir.

KARA KUTU NASIL ÇALIŞIR?

Kara kutular kullanıldıkları uçaklara göre farklılıklar gösterirler. En detaylı kayıt büyük yolcu uçaklarında yapılır.Küçük bir uçakta kaydedilebilecek parametre sayısı ve çözünürlükleri uçağın kullanıcı sınıfına göre değişir.2 kişilik akrobasi uçağında kaydedilebilecek veriler 15-20 arasında değişir.Bu konuda referans olarak SEA AS8039A dokümanı referans alınabilir.Büyük uçaklarda ise 88 temel parametre vardır.Bu parametrelerin türetilmesi ile bir uçakta toplam kaydedilebilecek bilgi belli olur.

Yolcu uçaklarında bu kriter sayısı 250 ye yaklaşabilir. Bu veriler bir kaza olması sonucu incelenir ve kazanın nedeni bulunur. Örneğin pilotun motor gücünü arttırdığı güç kolunun herhangi bir değeri motor gücü değeri ile değilse güç kolu ve motor bağlantısı kopmuştur diye yorumlanabilir. Bu bilgiler kokpit ses kayıtları ile kıyaslanarak emin olunur. Şayet arıza fark edilmişse pilot bunu yere indirmeye çalışarak , bu konuşmalar kara kutuya kaydedilecektir.

Bu kayıtlar sadece kaza durumunda değil, aynı zamanda bir öğrenci pilotun uçuş performansını değerlendirmede de incelenebilir.

Ne kadar sağlamdır?

1. Kara kutu 3 eksende aynı anda 1000g.lık yarı dalga sinüs biçimli çarpmaya dayanıklı olmalıdır.

2. Kara kutu en zayıf olduğu eksende 6.5 milisaniye boyunca 1700 g.lık yarı dalga sinüs biçimli çarpmaya dayanıklı olmalıdır.

3. Kara kutu 0.05 inch2lik bir alanda 250 kg.lik ani bir baskıya dayanabilir.

4. 18 inch derinliğinde kumun altında çalışabilir.

5. 1100 derece santigrat sıcaklıkta yarım saat çalışabilir.

6. 3 metre derinliğinde suyun içerisinde 30 gün çalışabilir.

Yukarıda verdiğimiz maddeler kara kutunun kullanım izni almadan evvel geçtiği testlerden bazılarıdır. Bu testlerden geçmeyen bir kara kutunun bir uçağa takılması izin verilmez. Bunlar dışında daha pek çok test uygulanmaktadır.

HELYUM GAZI İNSANIN SESİNİ NEDEN İNCELTİR?

Bu durum, sesin helyum içinde daha hızlı hareket etmesinden kaynaklanıyor. Bunun sebebi de gazlar içindeki sesin hızının, gazin yoğunluğu ile ters orantılı olmasıdır (Aslında, karakolu ile ters orantılı). Helyum da havadan çok daha az yoğun bir gaz olmasından dolayı (uçan balonları düşünün), helyum içinde sesin hızı havadakine göre birkaç kat daha fazladır. Ses tellerini hava yerine helyumun titreşmesi ve sesin helyum içinde daha hızlı ilerlemesi nedeniyle, insan sesi daha tiz bir şekilde çıkar. Zaten, alınan helyum, tekrar verildikten sonra bu ses incelmesi hemen etkisini kaybeder.

Benzer şekilde, yine inert ve zehirsiz olan SF6 gazini solumanız durumunda ise, bu kez bu gazin havadan yaklaşık 6 kat daha yoğun olması ve bu nedenle sesin SF6 içinde havadakinden çok daha yavaş ilerlemesinden dolayı, bu kez insan sesi kalın çıkmaktadır.

Ancak bunu denemek isterseniz, sonrasında yapmanız gereken önemli bir şey var ki, SF6’nin havadan yaklaşık 5 kat daha yoğun olmasından dolayı, ciğerlerde kalmaması için derin derin nefes alip vermek gerekir (Helyuma göre ses değişikliğinin daha uzun sürmesinin nedeni de bu). Unutmayın, CO2 de zehirli değil ama oksijen yerine başka bir gaz solumak, zehirli olmasa da bu kez oksijensizlikten dolayı rahatsız olmanıza neden olabilir.

HAVAİ FİŞEKLER NASIL PATLAR?

Geceleri havai fişek atışlarının gürültüsü ve ardından aniden parlayan rengarenk ışıklarla gökyüzündeki manzara gerçekten büyüleyicidir. Havai fişeklerle özel günleri ve bayramları kutlama geleneği çok eskilere uzanıyor. ‘Piroteknik’ denilen bu sanat, Çin’de M.Ö. 2000 yıllarında bile biliniyordu.

Yüzde 75 güherçile (potasyum nitrat), yüzde 15 odun kömürü (karbon) ve yüzde 10 kükürtten oluşan ve ‘piroteknik karışımı’ denilen, diğer adıyla ‘barut’ olarak bilinen bu karışım, Çin’de havai fişeklerde binlerce yıldır kullanılmasına rağmen, Avrupa’ya M.S. 1300’lü yıllarda gelebilmiştir.

Yanma olayının olması için oksijene dolayısıyla havaya ihtiyaç vardır. Ancak piroteknik karışım hava olmadan da yanar. Nitratın içindeki oksijen, karbon ve kükürdü yakmada kullanır ve karışım bitinceye kadar yanmayı sürdürür. Bu maddeler ne kadar iyi hapsedilmişlerse, yanma da o kadar infilak şeklinde olur.

Piroteknik karışımın Avrupa’da tanınması ve ateşli silahlarda patlayıcı olarak kullanılması ancak 14. yüzyılda gerçekleşebildi. Zamanla dinsel festivallerin, bayramların, törenlerin ve özel günlerin bir parçası haline gelen havai fişekler, 19. yüzyılın başlarına kadar sadece tek renkliler yani sadece sarı ışıklar saçıyorlardı.

Maddelerin belirli bir sıcaklığa, akkor haline kadar ısıtıldıklarında kendilerine özel bir ışık yaydıklarının keşfiyle sadece havai fişekler renklenmedi, kimya ilminde de çok önemli bir aşama kaydedildi. Artık kimyacılar bir maddenin içindekileri analiz edebilmek için ısıtıyorlar ve çıkan renklere göre spektrometre denilen bir cihazla hangi maddeden ne kadar olduğunu tespit edebiliyorlardı.

Bu buluş, proteknik karışıma, yanmayla değişik renkler veren çeşitli metallerin ilavesi sonucu havai fişeklerin de renklenmelerini de sağladı. Artık proteknik uzmanları, canlı renkler veren bileşimleri araştırıyor, bir ressam gibi bunları kaynaştırıyorlardı.

Karışıma katılınca değişik renkler veren başlıca elemanlar şunlardır: Kalsiyum, lityum, stronsiyum (kırmızı), sodyum (sarı), baryum, çinko (yeşil), bakır, arsenik, kurşun, selenyum (mavi), potasyum (mor).

Değişik renkler elde etmek kadar, havai fişeklerin gökyüzündeki görüntüsünü dizayn etmek de önemlidir. Karışım tam homojen, toz halinde ve ince tanecik boyutunda olmalı, istenmedikçe tutuşma riski olmadan saklanabilmeli ve taşınabilmelidir. Ancak havai fişek dizaynında en önemli şey patlamadaki zamanlamadır.

Karışım önceden farklı renklerde, küçük yıldızlar biçiminde hazırlanır. Daha sonra bunlar bir veya birkaç kere ateşlenip patlayacak şekilde havai fişeğin ana gövdesi içine yerleştirilir. Ana gövde sağlam malzemeden yapılmış bir kovandır ve ayrı bir bölümünde bulunan barut sayesinde roket gibi göğe yükselir.

Gövde istenilen yükseklikte patlayarak, karışımın ısınmış ama tam yanmamış parçacıklarının, kullanılan malzemeye göre rengârenk, yıldız şeklinde bir kıvılcım yağmuru olarak etrafa saçılmalarını sağlar. Görüntüyü daha etkileyici kılmak, patlama sırasında oluşan görüntünün zemin rengini daha siyah yapabilmek için karışıma bol miktarda kandil isi ve odun kömürü de ilave edilir.

HAVA YASTIKLARI NASIL ÇALIŞIR?

Hava yastıkları 80’li yılların başında ortaya çıktıklarından beri binlerce hayatı kurtarmışlardır. Aslında hava yastıkları İkinci Dünya Savaşı sırasında uçakların yere çakılmalarında bir önlem olarak tasarlanmış ve ilk patent o zamanlarda alınmıştı. Hava yastıklarının arabalara uygulanmasında birçok problemle karşılaşıldı. Basınçlı havanın araba içinde muhafazası, süratle şişmenin sağlanması, ani şişme sırasında yastığın patlamasının veya kişiye zarar vermesinin önlenmesi vs.

Hava yastığında üç ana parça vardır. Birincisi yastığın kendisi ki, ince naylon iplikten yapılmış ve konsolda bir silindir üzerine sarılmıştır. Aslında sürücü tarafındaki hava yastığı diğerlerinden farklıdır. Diğerleri tipik bir silindir şeklinde iken sürücü tarafındaki direksiyonun ortasına uyacak şekildedir.

İkinci olarak yastığa ne zaman şişeceğini bildiren, arabanın ön tarafında bir sensör vardır. Bir tuğla duvara yaklaşık saatte 15-25 kilometre süratlşe çarpıldığında oluşacak kuvvet karşısında sinyal verecek şekilde ayarlanmıştır.

Son olarak da şişme sistemi vardır. Hava yastıkları sıkıştırılmış veya basınç altındaki havanın veya bir gazın salıverilmesiyle şişmezler. Bir kimyasal reaksiyonun sonucunda şişerler. Bu kimyasal reaksiyonun ana maddesi “sodyum azide”dir, yani NaN3. Normal şartlarda durağan olan bu molekül ısıtılınca anında ayrışır ve ortaya nitrojen gazı çıkar. Çok az miktarından, yani 130 gramından 67 litre nitrojen çıkabilir. Ancak bu ayrışmadan ortaya bir de sodyum (Na) çıkar ki, çok reaktiftir. Su ile birleşince vücuda bilhassa gözlere, buruna ve ağza ağır tahribat verebilir. Bu tehlikeyi önlemek için hava yastığı üreticileri kimyasal reaksiyonda sodyum ile birleşebilecek bir gaz daha kullanabiliyorlar ki, bu da potasyum nitrattır (KNO3). Bu reaksiyondan da yine ortaya nitrojen çıkar.

Arabanın önündeki sensör belli bir seviyenin üstündeki çarpmada, NaN3 çözülür, açığa çıkan nitrojen hava yastığına dolarak şişirir. Burada ilginç olan sensörün çarpmayı algılaması ile yastığın şişmesi arasında geçen zamandır. Sadece 30 milisaniye yani 0.030 saniye. Bir saniye sonra yastık üzerindeki özel delikler vasıtası ile kendi kendine söner ve kazazedeye devamlı baskı yapılmasına mani olur.

HAFIZA NASIL ÇALIŞIR?


Hafızanız hakkında ne kadar çok şey bilirseniz onu nasıl geliştirmeniz gerektiğini de o kadar iyi bilirsiniz. Bu yüzden de hafızanızın nasıl işlediğini anlatan bu yazıda kendiniz için yeterli bilgi bulabileceğinizi düşünüyoruz.
Bebeğinizin ilk ağlayışı, büyükannenizin yaptığı kurabiyelerin tadı, okyanus esintisinin kokusu. Bunlar hayatınızın devam eden tecrübelerini oluşturan hatıralardır. Size kendinizi anlatırlar. Tanıdığınız insanlarlayken ve yerlerdeyken bu anılar geçmişinizle şimdiniz birbirine bağlar, geleceğinizin iskeletini oluşturur. Yani bizi biz yapan şey hatıralarımızdır.

Çoğu insan hatırlar sahip oldukları bir şeymiş gibi konuşur. İyi görmeyen gözleri ya da güzel saçları gibi. Fakat hafıza vücudunuzun bir parçası gibi varlığını sürdürmez. Dokunabileceğiniz bir şey değildir. Hafıza, hatırlama sürecine işaret eden bir kavramdır.

Geçmişte çoğu uzman hafızayı, içinde bilgilerin saklandığı ayrı hafıza dosyaları gibi anlatmayı severdi. Diğerleriyse hafızayı, insan kafasının altında bulunan nöral süper bilgisayarlara benzetiyordu. Fakat bugün uzmanlar, hafızanın bundan çok daha karmaşık ve anlaşılmaz olduğuna, beynin tek bir noktasında bulunmadığına ve beynin genelinde gerçekleşen bir süreç olduğuna inanıyor.
Bu sabah kahvaltıda ne yediğinizi hatırlıyor musunuz? 

Aklınıza yalnızca bir tabak içinde peynir zeytin geliyorsa bunu sıra dışı bir nöral yoldan çekip almamışsınız demektir. Bu anı, son derece karmaşık bir yapıcı gücün, her birimizde varolan ve beyne yayılmış ağ biçimli hücrelerden gelen bambaşka izlenimleri bir araya getiren bir gücün sonucudur. ‘Hafızanız’ her biri  anıların yaratılması, depolanması ve yeniden hatırlanması konusunda farklı roller oynayan bir sistemler grubundan oluşur. Beyin bilgiyi normal olarak işledikten sonra tüm bu farklı sistemler mükemmel bir biçimde birlikte çalışarak bağlı düşünceleri oluşturur.

Tek bir anı gibi görünen şey, aslında karmaşık bir yapıdır. Eğer bir nesneyi düşünürseniz (örneğin kalem diyelim) beyniniz bu nesnenin adını, biçimini, fonksiyonunu ve sayfaya değdiğinde çıkardığı sesi hatırlayacaktır. Bir kalemin nasıl olduğuna dair anıların her bir parçası, beynin farklı bölgelerinden gelir. Kalemin bütüncül olarak imgesi, beyin tarafından farklı bölgelerden aktif olarak yeniden yapılandırılır. Nörologlar, bu bölümlerin tutarlı bir bütün oluşturmak üzere nasıl bir araya geldiklerini henüz anlamaktadır.

Bisiklete biniyorsanız bisikleti nasıl kullandığınızın hatırası, bir dizi beyin hücresinden gelir. Buradan başka bir adrese nasıl gittiğinizin hafızası başka bir hücreden gelir. Bir araba tehlikeli biçimde size yaklaştığında hissettiğiniz korku hafızası da başka bir hücreden gelir. Fakat farklı farklı gerçekleşen bu zihinsel tecrübeleri siz hiç fark etmezsiniz. Zaten bu anıların beynin başka bölgelerinden geldiğini de bilmezsiniz. Çünkü bir arada çok güzel bir uyum içinde çalışırlar. Aslına bakılırsa uzmanlar nasıl hatırladığınız ve nasıl düşündüğünüz arasında kesin bir farklılık olmadığını bile söylüyor.

Elbette bu bilim adamlarının sistemin nasıl işlediğini tam olarak buldukları anlamına gelmez. Hâlâ hatırlama işini tam olarak nasıl gerçekleştirdiklerini ya da hatırayı çağırma sürecinde neler olduğunu anlayabilmiş değiller. Beynin hatıraları nasıl düzenlediği ve bu hatırların nereden alınıp nerede depolandığına dair araştırmalar, onlarca yıldır beyin araştırmacıları için bitmek bilmeyen bir konu olmuştur. Fakat bilinçli tahminler yürütebilecek kadar bilgi vardır. Hafıza süreçleri kodlamayla başlar, depolamayla sürer ve sonunda da geri getirme gerçekleşir.

Hafıza Kodlama

Hafızanın oluşturulmasında ilk adım kodlamadır. Bu, kökenini duyulardan alan ve algıyla başlayan biyolojik bir fenomendir. Örneğin âşık olduğunuz ilk kişinin hatırasını düşünün. O kişiyle karşılaştığınızda görsel sisteminiz büyük olasılıkla göz ve saç rengi gibi fiziksel özellikleri kaydetmiştir. İşitsel sisteminiz de gülüşlerinin tınısını almış olabilir. Büyük olasılıkla kokuları da aklınızda yer edindi. Dokunuşlarını hissetmiş bile olabilirsiniz. Bu ayrı duyguların her biri beynin bu algıları tek bir tecrübe altında, o kişiye ait tecrübeniz altında toplamasını sağlayan beyin çıkıntısı isimli kısmına gider.

Uzmanlar, frontal korteks adı verilen beynin bir başka kısmıyla beraber beyin çıkıntısının bu çeşitli sensör girdileri analiz etmekle ve hatırlanmaya değer olup olmadığına karar vermekle yükümlü olduğuna inanıyor. Eğer öylelerse uzun dönemli hafızanızın bir parçası olabiliyorlar. Daha önce de belirtildiği üzere bu farklı bilgi parçaları, beynin farklı bölgelerinde depolanıyor. Bu parçaların daha sonra nasıl tanımlanıp geri getirildiği ve tutarlı bir hafıza oluşturduğuysa henüz bilinmiyor.

GÜN BATIMINDA GÜNEŞ NEDEN KIRMIZIDIR?

Güneşin batışında gökyüzünün aldığı sıcak ve parlak kırmızılık, en usta ressamların bile fırçalarıyla canlandırmayacakları güzellikte bir görünümdür. Bazen bu görünüme dalar, "Güneş ne kadar kırmızı," deriz.

Gerçekte güneşin kırmızı renk almadığı, hiçbir şekilde değişmediği herkes tarafından bilinir. Sadece günün belirli bir zamanında bu görünüşü alır. Aynı anda binlerce kilometre ötede batıdan güneşe bakan kimseler, onu hiç de bizim gördüğümüz gibi 'kırmızı' görmezler. Güneşin batışından esinlenerek şairlerin yaptığı 'bakır bir tepsi', 'ateşten bir küre', 'kocaman, ateş rengi bir çiçek' gibi benzetmeler, onlar için söz konusu değildir. Güneş batışını renklendiren, güneş ışığının atmosferimizde aldığı mesafeden başka bir şey değildir. Güneş alçaldıkça, ışıklarının atmosferde aldığı mesafe daha artar.

Burada sırası gelmişken, güneş ışığının bir renk dizisi karışımı olduğunu özellikle belirtelim. Normal olarak, bu renkler karışımı ışık gözümüze beyazmış gibi gelir. Fakat atmosferde hava, toz, su buharı ve başka maddelerin molekülleri vardır. Güneş ışığı bu moleküllerden geçerken, zerrecikler değişik renkleri yayarlar, dağıtırlar. Yeryüzünün atmosferi, moru, maviyi ve yeşili, kırmızı ve sarı renklere oranla daha çok dağıtır. Dolayısıyla, güneş alçaldıkça, ışıkları daha kırmızı ve sarı karışımı bir renk alır.

Işığın bu şekilde dağılıp yayılması, gökyüzünün mavi görünmesini de açıklar. Mor ve mavi ışıkların dalga uzunlukları çok kısadır. Atmosfer tarafından, kırmızı ışık dalgalarına oranla 10 kat fazla dağılıp yayılır. Yani kırmızı ışınlar atmosferden geçip ulaştığı halde, mavi ışık dalgaları direk olarak gelmez, hava, su ve toz zerrecikleriyle dağılıp yayılırlar.

Gökyüzünü devamlı olarak mavi görmemiz, işte bu olgunun sonucudur.

Kısaca söylemek gerekirse, güneşin batışı esnasında kırmızılaşması diye bir şey söz konusu değildir. Sadece güneş ışıklarıyla ilgili optik bir işlem olmaktadır. Bu işlem sonucu gözümüze ulaşan ışınlar, batarken güneşi kırmızıymış gibi görmemize sebep olur.

GOOGLE NASIL ÇALIŞIYOR?

Bir ya da birkaç kelimeyi dünyadaki tüm internet siteleri içinde (genelde) 1 saniyeden kısa sürede aramayı becerebilen, bu yetmezmiş gibi tamda aradığımız şeyi karşımıza getiren Google’ın nasıl çalıştığı hakkında pek azımızın bir fikri vardır. Bakalım google bunu nasıl oluyor da mümkün kılıyor? Google’ın alan adı sunucusu (dns) yazılımı tüm dünyadaki şirkete ait ya da kiralanmış bilgisayarlarda çalışır. Bunların tek görevi sorguyu en yakın ve en az meşgul olan Google sunucu kümesine (cluster) a göndermektir. Google Cluster kelimesi Türkçeye salkım ya da kümelerden oluşan bir bütün olarak çevrilebilir. Küçük parçalardan meydana gelen büyük bir yapıyı temsil etmek için kullanılır diyebiliriz. Salkımlar üzüm tanelerinden oluşur ve başlı başına bir şeydir.

Google’ın dehası binlerce ucuz ve yavaş bilgisayarı tek bir süper bilgisayar gibi kullanabilen network yazılımında yatar. Bu sistem salkımı oluşturan küçük bilgisayarların sisteme girip çıkmasına izin verir. Bu sayede eğer küçük bilgisayarlardan biri bozulursa sistemin çalışması sekteye uğramadan tamir edilebilir veya değiştirilebilir. Googlebot, görevi girebildiği bütün siteleri gezmek ve istemediğini belirtmediği sürece yazıların kopyasını alan ve kolay ulaşılabilir olması için “indeks verileri” oluşturan web örümceğidir. Bu örümcekler bir siteden diğerine linkler aracılığı ile geçerler popüler siteleri ve oradaki linkleri yaklaşık her saatte bir indekslerler. Tüm Google clusterlerinin içinde bütün web in toplam üç kopyası vardır. Bu yaklaşık 20 petabyte tutar.(Kulağa küçük geliyor değil mi? Eğer ipodunuzun hafızası 20 petabyte olsaydı tam 200 milyon şarkıyı cebinizde taşıyabilirdiniz.) Clusterlardaki veriler sürekli güncellenir, asla sabit değildir.

Aramalar üzerinde aynı anda çalışılması için web server tarafından onbinlerce makineye gönderilir. Bu markete gidip bir şey istediğinizde yüzlerce görevlinin bir ürün bulup alışveriş sepetinize koymasına benzer.

Googlenin bildiği her şey devasa veritabanlarında saklanır fakat bir bilgisayarın gigabytelarca dosyayı işlemesini beklemek yerine google bu verileri binlerce bilgisayar tarafından taranarak benzer aramalar için indeks verileri oluşturulur. Bunu bir kitapta neyin nerede olduğunu belirten içindekiler sayfasına benzetebiliriz. Bu sayade webin kolayca ulaşılabilir olması sağlanır (bkz google desktop). İndeks serverden gelen verileri linklere ve sıralama algoritmasına göre düzenler ve kullanıcının karşısına çıkarır. Bütün bu işlemler ortalama 0,5 saniye sürer. Peki, google webi nasıl bu kadar kısa sürede arar? Aslında bir sorgu gerçekleştirdiğinizde google webde aramaz. Google zaten veritabanlarına webin 3 kopyasını almış ve kendi özel algoritmaları sayesinde bunları kolayca aranabilir hale getirmiştir.

Bu “program” sayesinde Google hangi sitelerin önemli ve hangilerinin önemsiz olduğunu belirler. Pagerank hakkındaki detayları daha önce milyon sitede yazmıştım. Google’ın web araması özelliklerini bilgisayara taşıyan Google Desktop adlı bir uygulaması var. Tam anlamıyla olmasa da web aramalarını kullanıyor. Bilgisayarınızı kullanmadığınız zamanlarda dosyaları tarayarak indeks verisini oluşturuyor. Bu sayede siz daha aradığınız kelimleri yazarken google bu kelimeleri içeren sonuçları (e-mailler, belgeler, dosyalar, web geçmişi) listeliyor. Yazmaya devam ettikçe sonuçları güncelleyebiliyor.

FOSFOR KARANLIKTA NASIL PARLAR?

Fosfor insanın ve bütün hayvanların dokularında ‘kalsiyum fosfat’ biçiminde, doğada ise fosfat mineralleri halinde oldukça yaygın olarak bulunur. Doğada en çok bulunan şekli beyaz fosfor olup, 44 derecede erir, karanlıkta ışır ama havayla temas edince tutuşur, beyaz dumanlar çıkararak yanar, üstelik çok da zehirlidir.

Fosfor 1669 yılında H. Brand tarafından insan idrarının ısıtılmasıyla hazırlanmış, ilk defa karanlıkta parlayan bir bileşik elde edilmiştir. Bu ilgi çekici olay, bir süre sonra formülünü satın alan Krafft tarafından dünyaya tanıtılmaya başlanmıştır.

Fosfor ışıma teriminin kaynağı karanlıkta ışıldayan beyaz fosfordur. Isı yaymaksızın ışık verme özelliği fosfordan başka maddelerde ve bazı canlılarda da görülür ama bu maddelerin bilinen ilk örneği fosfor olduğu için bileşiminde fosfor bulunmasa da karanlıkta ışıldayan bütün maddelere fosforlu deme alışkanlığı yerleşmiştir.

Ateş böceklerinin ve bazı balıkların ışıması, gövdelerindeki özel ışık organlarında bulunan moleküllerin kimyasal değişime uğramaları, yakamoz denilen deniz suyunun parlaması da yine sudaki bazı enzimlerin kimyasal tepkimeleri sonucunda oluşurlar. Bu ışıkların fosfor ışıma ile bir alakaları yoktur. Bunlar biyolojik ışımalardır.

Normal olarak bir atomda elektronlar en düşük enerji seviyesinde bulunurlar. Cisme kuvvetli bir ışık vurduğunda, elektronlar ışıktaki fotonları emerek uyarılırlar ve enerjileri artarak daha dıştaki yörüngelere sıçrarlar. Işığa karşı olan bu reaksiyon, cisimde anında aydınlanma veya ısınma şeklinde görülür. Böylece elektronlar üzerlerindeki enerjiyi tekrar verip, başlangıçtaki düşük enerji seviyeli konumlarına dönmeye çalışırlar.

Çok özel bir iki atom türünde, elektronların bu ilk konumlarına dönme, dönerken de enerji verme ve ışık saçma olayı genel fizik kurallarına pek de uymayan bir şekilde dakikalar, saatler hatta günler sonra olabilir. Fosforlu diye nitelendirilen bu cisimler ışık veren kaynağın yok olmasından sonra da elektronları geri dönüş yolculuklarına ve bu sürede üzerlerindeki enerjileri ışık olarak vermeye devam ettikleri sürede parlamayı sürdürürler. Elektronların orijinal konumlarına olan dönüş yolculukları tamamlanınca parlama da sona erer.

Kalsiyum, baryum ve çinko sülfürler en iyi bilinen fosforlu maddelerdir. Saatlerdeki rakamların, akrep ve yelkovanın, bazı oyuncakların karanlıkta görünmelerini sağlayan fosforlu boyaların yapımlarında genellikle çinko sülfür kullanılır. Çinko sülfür laboratuarda kolayca elde edilebilir. Başka maddelerle karıştırılmadığı vakit fosforlu maddelerin ışığı uçuk mavi renktedir. Değişik flüoresan boyalarla karıştırılarak, parlak yeşil ve kırmızı renkler elde edilir.

FLASH BELLEK NASIL ÇALIŞIR?

Flash bellekler kısa bir süre içerisinde büyük bir gelişim göstererek, insanların yanlarında taşıdığı günlük cihazlar arasında yerini aldı. Hiç şüphesiz bu gelişimin en büyük nedeni kolay kullanım ve taşınabilirlik olmuştur. Flash bellekler sadece taşınabilir usb depolama aygıtı olarak değil dijital kamera, cep telefonu, oyun konsolu gibi cihazlarda da kullanılmaktadır. Flash bellekler standart hafıza aygıtı olarak bilinen hard disk mantığından çok farklı çalışır. Bu özellikleriyle “katı halli depolama cihazı (solid state storage device)” olarak anılırlar. Çünkü içlerinde herhangi bir hareketli mekanik parça barındırmazlar ve çalışma şekilleri tamamen elektroniktir.

Flash belleklere örnek vermek gerekirse;

Bilgisayarlardaki BIOS çipleri
Compact Flash kartları(çoğunlukla dijital kameralarda bulunur)
Smart Media ve microSD bellekler(çoğunlukla cep telefonu ve dijital kameralarda kullanılır)
Memory Stick bellekler(çoğunlukla dijital kameralarda bulunur)
PCMCIA hafıza kartları(çoğunlukla dizüstü bilgisayarlarda SSD yani katı halli diskler olarak kullanılırlar)
Oyun konsollarında kullanılan hafıza kartları

Nasıl Çalışır?

Flash bellekler EEPROM çiplerin bir çeşididir. Aşağıda veri iletimi ve depolamanın nasıl yapıldığını şematik olarak görmektesiniz:

Mor renkli kutu olarak görülmekte olanlar kontrol ve kayar nokta mekanizmalarını içeren transistörlerdir. Bu iki transistör ince bir oksit tabakasıyla birbirinden ayrılmıştır. Kayar nokta kapısı (floating gate) sadece kontrol kapısından (control gate) geçen kelime çizgisine (wordline) bağlıdır. Bu bağlantı aşamasında hücre 1 değerini alır, bunu 0 yapabilmek için Fowler-Nordheim Tunneling adı verilen işlem basamağının gerçekleşmesi gerekir.

Tunneling işlemi, elektronların kayar nokta kapısındaki hareketini tanımlar. Yaklaşık 10 ile 13 volt arasında gelen elektrik akımı, yüküyle beraber bit hattından(bitline) gelir ve kayar nokta kapısından girerek önce sürekli akım kanalına (drain) daha sonra da kaynak kanalına (source) geçerek topraklanır.

Bu yüklenme kayar nokta kapısı transistörünün bir elektron tabancası gibi hareket etmesine neden olur. Uyarılmış bu elektronlar ince oksit tabakasının diğer tarafına itilir ve negatif yüklenirler. Bu negatif yüklü elektronlar kontrol ve kayar nokta kapıları arasında bir bariyer vazifesi görürler. Hücre sensörü isimli özel bir yorumlayıcı bölüm bulunur. Bu bölüm sayesinde kayar nokta kapısından geçen yük miktarı izlenir. Eğer bu kapıdan yükün %50′sinden fazlası geçiyorsa bunun değeri 1′dir. Eğer yük miktarı %50′nin altında kalıyorsa da değeri 0 olarak tanımlanır.

Flash bellek çiplerinin içinde yer alan hücrelerdeki elektronlarlar normale dönüp 1 değerini alırlar. Bunu da yüksek gerilim yükü ile oluşan elektrik alanı ile sağlarlar. Flash bellekler kapalı devredirler ve süregelen döngüsel görevlerin uygulanması şeklinde çalışırlar. Eğer bir veri silinecekse, daha önceden belirlenmiş bloklara gereken elektrik alan uygulanır ve blok sıfırlanmış olur. Silinen kısma tekrar yazılması mümkündür. Flash bellekler geleneksel EEPROM’lardan çok daha hızlıdırlar. Çünkü EEPROM’lar birim zamanda tek byte’lık veri temizleyebilirken, flash belleklerde bu bloklar halinde temizlenerek çok daha hızlı silinir ve tekrar yazılırlar.

11 Ekim 2017 Çarşamba

Gayrimenkul satanların vergileri ne kadar artıyor?

VERGİ mükellefi olan şirketler de, gayrimenkulünü sattığında kazanç elde edebilir. Vergi mükellefi olmayan sade vatandaş da, taşınmazını sattığında kazanç elde edebilir. Yeni yasa tasarısından her iki kesim de etkileniyor: Şirketler daha fazla Kurumlar Vergisi (KV) ödeyecek, şahıslar daha yüksek Gelir Vergisi (GV) ödeyecekler.

Önce sade vatandaşın vergisindeki artışa bakalım… Mecliste görüşülecek olan yasa tasarısında; gelir vergisinin üçüncü dilimi için geçerli vergi oranı yüzde 27’den yüzde 30’a çıkıyor. Gayrimenkul satışından kazanç elde edenler; 30 bin lirayı aşan (70 bin liraya kadar olan) kazançları için mevcut yasaya göre yüzde 27 vergi öderken, tasarı yasalaştığında yüzde 30 vergi ödeyecek.

Taşınmaz satışı üzerinden vergi ödenmesi için; öncelikle alış değerinin üzerinde satış değeri oluşmuş olması, yani kazanç elde edilmesi gerekiyor. (Edinim tarihinden sonra beş tam yıl geçtikten sonra taşınmaz satılırsa, ne kadar ‘değer artış kazancı’ elde edilirse edilsin GV ödenmiyor.)

Beş yıldan önce satılıp kazanç elde edildiğinde, elde edilen kazançtan istisna da (11 bin lira) düşülebiliyor. Ayrıca enflasyon endeks değişiminin yüzde 10’nun üzerinde olduğu durumda alış maliyeti yükseltilip, değer artış kazancı düşürülebiliyor ve böylece enflasyon değerlemesi yoluyla ödenecek vergi tutarı azaltılabiliyor. (Satışın yapıldığı aydan bir önceki ve alışın yapıldığı aydan bir önceki ÜFE endeks değişimi dikkate alınıyor.)

Tablo 1’de; mevcut yasaya göre ve yeni yasa tasarısına göre (250 bin lira kazanç için) hesaplanmış iki farklı vergi hesabı var. Tasarıda yer alan oran artışının, 1.200 lira fazla vergi hesaplanmasına neden olduğu görülmekte. Kazanç 70 bin lira üstü olduğu durumda tasarıdaki üç puanlık oran artışından dolayı ilave ödenecek vergi farkı hep 1.200 lira olacaktır. 30 bin- 70 bin lira arası kazanç ise mevcut yasaya göre yüzde 3 fazla vergi hesaplanmasına neden olacaktır. Taşınmazının satışından 30 bin liraya kadar kazanç elde edenlerse zaten tasarıda öngörülen vergi oran artışından etkilenmiyorlar. (Tablo 2’de görülebilir.)

ŞİRKETLER İÇİN 75’LİK İSTİSNA YÜZDE 50’YE DÜŞÜYOR

Şirket aktifinde yer alan gayrimenkul, iki yıl içinde satıldığında elde edilen kazancın tamamı üzerinden vergi hesaplanıyor. İki tam yıl geçtikten sonra satışta ise kazancın yüzde 75’i istisna oluyor. (KVK Md. 5 /1-e) Tasarı ile bu istisnanın oranı yüzde 50’ye düşürülüyor. Böylece şirketler iki yıl aktiflerinde tuttukları taşınmazları sattıklarında, elde ettikleri kazançların dörtte biri için vergi öderlerken tasarı ile artık kazançlarının dörtte ikisi (yarısı) üzerinden vergi ödeyecekler.

Kurumlar Vergisi (KV) istisnasından yararlanabilmek için; satış kazancının istisnadan yararlanan kısmının, satışın yapıldığı yılı izleyen beşinci yılın sonuna kadar, pasifte “özel bir fon” hesabında tutulması gerekiyor. Satış bedelinin, satışın yapıldığı yılı izleyen ikinci takvim yılının sonuna kadar tahsil edilmesi de istisnanın diğer bir koşulu.

Taşınmazlarını satan şahıslar için de, şirketler için de, 2017 yılı içinde yapılacak kural değişikliğinin, 2017 kazançlarına uygulanmaması gerekir. Geçen hafta, 5 Ekim Perşembe günkü yazımızda da vurgulamıştık… “Tasarı ile; adeta maç oynanırken maçın kuralları değişiyor.’… Dileriz; Mecliste “yeni kural; yeni yılda- 2018’de geçerli’ hale getirilerek tasarı yasalaşır.

Ahmet Karabıyık / Hürriyet

EVDE KULLANDIĞIMIZ TARTI (BANYO TERAZİLERİ) NASIL ÇALIŞIR?

Banyo terazilerine dışarıdan baktığımızda bir platform ve ibreden oluştuğunu görürüz. Üzerine çıkıldığında, platformun aşağı doğru hareket ettiği hissedilir. Ağırlığımızın ölçütü olan bu küçük hareket, tartının içindeki kaldıraç mekanizması tarafından ibreye iletilir

Bilindiği gibi kaldıraçlar, basit makinelerdir ve bir yükü daha az kuvvet harcayarak kaldırmamızı sağlarlar.

Birinci tip kaldıraçlarda, destek her zaman yük ile kuvvet arasında bulunur. Tahterevalli, birinci tip kaldıraçlara güzel bir örnektir. İkinci tip kaldıraçlarda destek bir uçta, kuvvet diğer uçtadır. İkinci tip kaldıraçlara örnek olarak da el arabasını verebiliriz. 

Son olarak, üçüncü tip kaldıraçlarda destek bir uçta, yük diğer uçtadır (kuvvet ortadan uygulanır). Bu tip kaldıraçlara verebileceğimiz örnek ise cımbızdır. Tartıdaki platformun hemen altında bulunan üçüncü tip kaldıraçlar platformun hareketini, ana yaya bağlı olan küçük bir levhaya iletirler. Kaldıraçlar bu levhanın aşağı doğru hareket etmesine ve yayı ağırlığımızla orantılı olacak şekilde germesine sebep olurlar. 

Yayın bu hareketi, yine yaya bağlı bulunan bir manivelanın (birinci tip bir kaldıracın) dönmesini sağlar. Manivela ise, ibreyle kendisi arasında bulunan başka bir yayı hareket ettirir. Bu yayın hareketi de ibreyi döndürür ve tartı bize ağırlığımızı bildirir.

ELMAS CAMI NASIL KESER?

Antik Çağ’da elmasın insanları görünmez yaptığına, kötü ruhları kovduğuna ve kadınları cinsel açıdan etkilediğine inanılıyordu. Günümüzde ise mücevherlerin bu kraliçesi, aşkın, çekiciliğin ve zenginliğin simgesidir.

Elmas aslında saf karbondan başka bir şey değildir. Elması yakabilecek yüksek ısıya çıkılabilse, hiç kül bırakmadan yanar. Tamamen karbon olan yapısına rağmen mineraller içinde en sert olanıdır. Genelde renksizdir ama hafif sarımsı gri veya yeşilimsi de olabilir. Işığı kırma, yansıtma ve renk dağıtma özelliği kuvvetlidir. Bu özelliklerinden dolayı çok kıymetlidir. Elmasın değeri rengine, saflığına ve işleniş şekline de bağlıdır.

Peki, elmas bu kadar değerli ve az bulunan bir mineral ise nasıl oluyor da camı kesmede, sert metalleri işleme ve delmede, torna ve matkap uçlarında bol miktarda kullanılabiliyor? Nasıl oluyor da en küçük bir parçası bile bir servet olan bu taş, köşedeki camcının cam kesme bıçağının ucunda bulunabiliyor?
Aslında elması iki ayrı şekilde düşünmek gerekmektedir: Süs taşı olarak ve endüstride. Süs taşı olan elmasın değeri dört ‘C’ ile belirlenir. Bunlar; ‘Carat=ağırlık’, ‘Clarity=şeffaflık’, ‘Colour=renk’ ve ‘Cut=işleniş’dir.

Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek olarak bir santimetrenin üstündedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 621 gram gelen Cullian’dır.
Süs taşı üretimlerinin yan ürünleri ile süs eşyasına uygun olmayan doğal elmaslar endüstride değerlendirilmektedir. Piyasadaki elmas uçlar aslında elmas kumu olarak adlandırılan bulanık elmaslardır. ‘Karbonado’ denilen bu ince taneli, kok görünümlü elmaslar sondaj makinelerinde en sert taşları bile delmede kullanılabilirler.

Endüstrinin bu tür elmas uçlara olan talebi devamlı artarken, üretimin artmaması yapay elmas üretimini gündeme getirmiştir. Yapay elmas üretme tekniğinde prensip, yüksek basınç ve sıcaklıkta grafiti elmasa dönüştürmektir.

Daha düşük basınçta da, gaz fazındaki karbondan yapay elmas elde edilebilmiş olup, lens ve cam kaplamalarında, hoparlör diyafram kaplamalarında (paraziti azaltmada), optik aletler ve transistor telleri üretiminde ve diğer birçok değişik alanlarda kullanılmaktadır.

Süs elması olarak da 0,2 gramın üstünde yapay elmaslar elde edilebilmiştir ama maliyeti doğal elmas fiyatından on kat daha pahalıya gelmektedir.
Peki, elmas ile pırlanta arasında ne fark var, biliyor musunuz? İkisinin de aslı aynı, yani karbon kömüründen farksız taş parçaları. Çok yüksek basınç ve sıcaklıkta, yerin 150 - 200 kilometre derinliklerinde kristalleşmiş, daha sonra volkanik patlamalarla yeryüzüne itilmiş saf karbondan oluşmuşlardır.
İşte bu saf karbon, kesim veya şekline göre, elmas ya da pırlantaya dönüşür. Pırlanta daha parlak, kesim oranı daha fazla ve alt kısmı kubbe gibidir. Elmasın alt kısmı düz ve yüzey sayısı 12 ile 37 arasında değişirken, pırlantanın kesimi daha zordur ve yüzey sayısı 57’dir. Yani pırlanta elmastan daha değerlidir, daha ince işçiliktir. Renkli olanlarına ‘fantezi’ denilir ki fiyatları astronomiktir.

DÜNYANIN SONU NASIL OLACAK / BÜYÜK KEHANET

Peki, takvimlerdeki tüm bu sırlar nasıl açığa kavuştu?

Mayalarla ilgili araştırma yapan uzmanlar önce Mayalar’ın zaman ve takvim sistemini çözmeye çalıştılar. Sonra da bunu şu anda kullandığımız Gregorian takvimine uyarlama çalışmaları geldi. Joseph T Goodman’ın çalışması Maya araştırmacılarından Thompson tarafından adapte edilerek de büyük kehanet ortaya çıkarıldı. Buna göre Gregorian takvimiyle MÖ 13 Ağustos 3114 tarihine karşılık gelen “Büyük Devir”in 13 Baktun yani 1872000 gün sürdüğü düşünülürse, şu anda içinde bulunduğumuz çağın MS 22 Aralık 2012 tarihinde sona ereceği hesaplandı.

1872000 sayısı dünyanın kilometre saati mi? Maya rahiplerinin kehanetlerine göre 1872000 sayısı büyük önem taşıyor Çünkü dünyanın döngüsü bu sayıya ulaştığında dünya büyük bir yıkım yaşayacak

2012 son mu başlangıç mı?

Mayalar 2012 için ‘zamanların sonu’ diyor Ancak bu yok oluş anlamında değil fiziksel bir değişim İnsanoğlu dört kez geriledi ve artık değişim zamanı Mayalara göre; 2012 yılı insanlığın yükselişinin başlangıcı olacak

Maya Kehanetleri’ne göre 22 Aralık 2012 tarihi dünya için çok önemli. Çünkü bu dönemde içinde yaşadığımız çağ sona ererek yeni bir çağ başlayacak. Büyük bir tufanla gelecek olan bu yeni çağın ipuçlarını ise bilim adamlarına göre iklimsel değişimler sayesinde şimdiden gözlemleyebiliyoruz. “Beşinci kutupsal kayma” olarak adlandırılan bu değişimde daha önceki değişimlerde olduğu gibi yine kutupların manyetik alanının değişmesiyle meydana geleceğini söyleyen Sınır Ötesi Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmeni Ergun Candan, dünyadaki iklimlerin değişimini de buna bağlıyor. Candan, “Kutuplar yer veya açı değiştirdiğinde kutuplarda buzlar eriyor Kaldı ki, küresel ısınma sonucu şu anda Kuzey Kutbu’ndaki buzullar zaten erimeye başlamış durumda Mayalara göre de daha önce yaşanan dört çağda tıpkı bu şekilde sona erdi” diyor.

Peki, tüm bu bilgiler bilimsel olarak ortaya konup kanıtlandı mı? Dünyanın en az dört kez kutupsal kayma (kuzey ve güney kutbu) yaşadığı bilimsel verilerle kanıtlandı En son Discovery kanalında dünyanın manyetik alanının belirli periyotlarla nasıl değiştiğini bilimsel çevreler açıkladı Hatta bilgisayar ekranındaki üç boyutlu animasyonlarla gösterimi yapıldı Şu anda dünyanın manyetik alanında muazzam bir değişim var Bunun da en büyük nedeni güneşte meydana gelen değişimler İlginç olan Mayalar bunu biliyordu Konunun bir diğer yanı da Mayaların bununla da yetinmeyip, gelecekte tüm insanlığı etkileyecek trajediyi bizlere şifreli bir şekilde duyurmuş olmalarıdır Bu şifreye göre dünya için 2012 yılı çok önemli

Nirvana’ya doğru

Yani bu görüşe göre 2012 yılındadünya yok mu olacak? Mayalar 2012 için ‘zamanların sonu’ diyor. Fakat bu dünyanın top yekûn yok oluşu değil, bir fiziksel değişim. Daha önce yaşanan sanki tufan gibi düşünebiliriz. Bu fiziksel değişimlerle birlikte ruhsal değişimler de birbirleriyle orantılı devam ediyor. Her bir büyük fiziksel değişimlerle birlikte insanlık ruhsal değişimde yaşıyor. Şu ana kadar insanlar aşağıya inişi yaşadı. Birincisinde biraz daha kabalaştı, ikincisinde biraz daha, üçüncüsünde biraz daha. Dördüncünün sonunda tam anlamıyla bir dip yaptı. Bu yüzden 2012’yi Mayalar insanlığın yeniden yukarı çıkışın yaşanacağı bir çağ olarak tanımlıyor. Hatta çeşitli dinler bundan Altın Çağ, vaat edilen cennet veya Nirvana gibi bahseder. 2012’nin önemi burada. Aşağıya inen insanlık tekrar yukarı çıkacaktır. Bunun da ilk basamağı 2012’dir diyor Mayalar.

2012 yılında başlayacak olan bu yukarıya doğru çıkış ne kadar zamanda tamamlanacak? Bildiğimiz kadarıyla bu yukarı çıkış süreci başladı. Belki 2012 bir final olabilir. Bu bir süreç. Ancak tufanla kıyameti birbirine karıştırmamak lazım. Kıyamet ruhsal bir değişim, tufan ise fiziksel bir değişim demektir. Kıyamet hem tasavvufi hem de gizlemli (gizli öğreticilik) anlamda ayağa kalmak ve uyanmak demektir. Bu uyanıştan kastedilen ruhsal aydınlanmadır. Böylelikle dinsel metinlerin içindeki sembollerin anlamları da çözülebilecek ve dinsel metinlerde gizlenen gerçeklerle herkes yüz yüze gelebilecektir

İki Yıllık Hata Payı

22 Aralık 2012 tarihi konusunda hiç şüphe yok mu? Mayaların yakın geleceğimize ilişkin kehanetleri tüm gizlemli bilgilerle örtüşmektedir. Bu nedenle FİLM GERÇEK Mİ OLACAK? Felaketi anlatan The Day After Tomorrow (Yarından Sonra) filmi gösterime girdiği günden beri çok konuşuluyor. Son zamanlardaki belirtiler de acaba mı dedirtiyor. Verilen tarihin önemi çok büyüktür. Ancak bu tarihlemede iki yıllık bir hata payı bulunabileceği de gözardı edilmemelidir. Bunun sebebi Maya Takvimi’nin bizim kullandığımız Gregoryen Takvimi’ne çevrilişinde MÖ 1’den MS 1’e geçilmiş olmasıdır. Aradaki 0 atlanmıştır. Yaptığı araştırmada Astrofizikçi Cotterel de bu konuya dikkatleri çekmiştir.

Bugüne kadar Maylar’ın hangi kehanetleri yerini buldu? Şu anda bilimsel olarak ispat edilen dünyanın dört kez kutup değisimi geçirdiği. Bugün bu durum ispatlanmış durumda. Günümüz insanları bunu yeni keşfetse de, Mayalar bunun farkındaydılar. Bu bile başlı başına önemli bir şey.

Mayalar’la ilgili tüm bu bilgilere nasıl ulaşıldı? Bütün bunlar dünyaca ünlü astro fizikçi Coterelli’nin bilgilerini bir BBC muhabiri Adrian Gilbert’in derlemesi sonucunda dünya kamuoyuna duyurdu. En önemli buluş da eski Maya kenti Palanque’deki Yazıt Tapınağı’nda buldukları mezar taşının kapağındaki şifreyi çözmeleriyle oldu.

Şifre nasıl çözüldü? Sipetriyle ilgili bilgileri çözerek çok önemli sonuçlara ulaştılar. Kapağın üzerindeki şerit motiflerini simetrik bir şekilde yan yana getirdiklerinde ortaya Jaguar ve bunun üzerinde de bir Yarasa sembolünün ortaya çıktığını gördüler. Mayaların sakladıkları bu sembollerin bir anda belirmesi Cotterel’i şaşkına çevirmişti. Çünkü Mayaların mitolojik yazıtlarında Jaguar beşinci yani bizim çağımızı, yarasa ise ölümü sembolize etmekteydi! Kapağın üzerinde açık bir şekilde görülen “Güneş Haçı”nın üzerindeki ilikler ise Güneş’in manyetik iliklerini temsil etmekteydi. Bu da Mayaların gizli mesajıydı Yaşanacak trajedinin sebebi Güneş’te meydana gelecek olan manyetik değişimlerdir!

DAKTİLO NASIL ÇALIŞIR?

Daktilo, bir klavye aracılığıyla harekete getirilen harfleri mürekkepli bir sistem yardımıyla kâğıda basarak yazı yazan makine. İlk yapılışı 1829′da Teroitli William Austin Burt tarafından gerçekleştirildi. Tipograf adı verilen bu makine elden daha yavaş yazıyordu. Bundan sonraki denemeler pek başarılı olamadı. Aradan 40 yıl geçtikten sonra Sholes 1868′de ilk pratik daktiloyu yaptı. Remington’un 1878′de yaptığı daktilo ise bir dikiş makinesinin üzerine yerleştirilmişti. 

Şaryo dikiş makinesinin pedalına benzeyen bir pedalla döndürülüyordu. Makine ise silik ve büyük harf yazabiliyordu. Bu mahsurlarının yanında büyük ve pahalı olması piyasaya sürülmesine engel oldu. Remington, Royal Smith gibi Amerikan firmaları yanında İtalyan Underwood-Olivetti, Alman Olympia, Adler ve Triumph ve İsveç Facit firmaları da daktiloların yapımında görülen çeşitli kusurları yavaş yavaş düzelterek bugün kullanılan daktiloya benzeyen makineler yaptılar. 

Sholes’in yaptığı makineyı inceleyen Thomas Edison, elektrikle çalışabileceğini söyleyerek üzerinde çalışmaya başladı. Edison, çubuğun elektromıknatısla hareket ettiği elektrikli daktilo makinesi yaparak 1872′de patentini aldı. Çeşitli deneme ve üzerinde yapılan çalışmalardan sonra 1930 yılında seri halde elektrikli makinelerin satışına başlandı. Piyasada tutunması, seri iş yapması bunun üzerinde firmaların çalışmasını sağladı.

Mekanik daktilo

Elektriksiz olup, mekanik olarak çalışırlar. Parmakla kuvvetle tuşa vurulunca, kaldıraç tertibatıyla tuşun bağlı olduğu harf kalkar ve şeride vurur. Şerit de sarılı olan kâğıt üzerinde o harfin izini bırakır. Harfler vuruldukça şaryo otomatik olarak ilerler. Yazının düzgün çıkması şeride, vuruşun kuvvetine, tuşlara iyi basılıp basılmamasına bağlıdır.

Elektrikli daktilo

İşleme prensibi mekanik ile aynıdır. Tuşa asıldığında harfin şeride, dolayısıyla kâğıda vurma işlemi elektrikli olarak gerçekleştirilir. Ancak IBM 1961′de Selectric ismini verdiği modelle harflerin çubukları yerine, harflerin bulunduğu yazı topunu getirdi. Seçilen harfe göre bu yazı topu dönebilerek, kâğıt tarafına ilgili harfi getirebilmektedir. Yazı topunun değiştirilmesiyle değişik türde harfleri kullanmak mümkündür. Elektrikli daktiloların (yazıcıların); kaset şeritli ve silicili, çubuklu elektrikli daktilo, küreli elektrikli daktilo, papatya tipi elektrikli daktilo gibi çeşitleri de vardır.

ÇATAL KAŞIK NE ZAMAN KULLANILMIŞTIR?

Avrupa’da Rönesans başlangıcına, diğer bir deyişle insanların titizliğin ve temizliğin farkına varmalarına kadar, bütün bir tarih boyunca yemek yerken eller kullanıldı. Tabii bunun da bir adabı vardı. Yemek yerken kullanılan parmak sayısı, o kişinin statüsünü gösteriyordu. Normal insanlar beş parmaklarını kullanırlarken, asiller üç parmaklarını -yüzük parmağı kesinlikle kullanılmadan- kullanıyorlardı.

Aslında Latince çatal anlamına gelen kelime, çiftçilerin hasadı havaya atıp savurmada kullandıkları dev çatalların isminden türemiştir. Bunların çok küçükleri Türkiye’de Çatal Höyük’de yapılan kazılarda bulunmuş ama ne işe yaradıkları, milattan 400 yıl öncesinde sofralarda yemek yemede kullanılıp kullanılmadıkları tam anlaşılamamıştır.

Çatal konusunda kesin bilinen bir şey, ilk defa 11. yüzyılda Toskana’da (İtalya) ortaya çıktığıdır. İki uçlu olan bu çatallara insanlar, “Tanrı’nın bahşettiği yiyecek, yine Tanrı’nın verdiği parmaklarla yenilebilir,” diye şiddetle karşı çıktılar.

İnsanların yüzyıllar boyu süren, yemek yerken çatal kullanmaya karşı direnme gibi tavırların tarihte örneği azdır. 17. yüzyıla kadar süren bu direnmenin bir başka cephesi daha vardı. Yiyeceği bıçakla tutup, ısırarak yemeye alışmış erkekler çatal kullanmayı kadınsı bir davranış olarak görüyorlardı.
Bu arada Fransız İhtilali’nin biraz öncesinde Fransa’da yavaş yavaş dört uçlu çatallar kullanılmaya başlandı. Zamanla çatal kullanmak lüks, asalet ve statü göstergesi oldu. Çatalla birlikte sofralarda her insan için ayrı tabak ve bardak kullanmak âdeti de gelişti, toplumun tüm sınıflarına ve giderek dünyanın diğer yerlerine de yayıldı.

Kaşığın kullanılmaya başlanması ise tarih kadar eskidir. İnsanlar, çatala karşı gösterdikleri direnci kaşığa göstermemişlerdir. Bu, şüphesiz sıvı bir şey içmek için eli kullanmanın iyi bir alternatif olmamasından kaynaklanmıştır.

En eski zamanlara ait kazılarda bile, taş, kemik, ağaç veya madenden yapılmış kaşık veya benzeri şeylere rastlanmaktadır. Kaşıktaki en önemli gelişmeler, sapının şeklinde olmuştur.

CAM NEDEN SAYDAMDIR?

Cam şaşılacak derecede basit bir maddedir. Dünyanın her köşesinde rahatça bulunabilen kum, kuvars ve sodadan meydana gelmiştir. Fakat camın asıl şaşırtıcı özelliği, ne tam bir sıvı ne de gerçek bir katı oluşudur. Aslında sıvıya daha yakındır; çünkü atomik yapısındaki düzen, sıvılardaki rastgele düzeni andırır. Kumların atomlarının kristal yapısı ise düzgündür.

Katı bir cisimde atomların bir diziliş düzeni vardır. Yani bu diziliş düzeni belli aralıklarla kendini tekrarlar. Camda ise bu özellik yoktur. Çok kuvvetli mikroskoplarla yapılan incelemelerde bile camın yapısında hiçbir kristal oluşumuna rastlanmaz. Arada sırada görülen bazı kristaller ise camdaki kusurlardır.

Cama çok ağdalı bir sıvı diyebiliriz. O kadar ağdalıdır ki normal dış etkenlerde bile şeklini değiştirmez. Bir sıvıda iç sınırlar bulunmadığından camın içinden geçen bir ışık demeti kırılma ve yansımaya uğramaz, doğrudan geçer. Bu nedenle bir cama baktığımızda arkasındakileri olduğu gibi görürüz. Işık sadece camın yüzeyini aşarken hafifçe kırılır.

Cam saydamdır, su da saydamdır, öyleyse donmuş su olan kar taneleri niçin beyazdır ve niçin kar örtüsü saydam değildir. Bir cismin üzerine gelen ışığın tümünü yansıttığında beyaz, hepsini tutup, hiçbirini yansıtmadığında siyah renkle göründüğünü biliyoruz. Cam saydamdır ancak kırıldığında, tuzla buz olduğunda yerdeki küçük cam parçaları yığını beyaz renkte görünür; çünkü her bir cam parçası ışığı değişik yönde geçirmekledir.

Kar tanelerinde de aynı şey söz konusudur. Minik taneler üzerlerine gelen ışığı her yöne gelişigüzel yansıtırlar. Bu nedenle kar taneleri de, kar örtüsü de beyaz renkte görünürler. Benzeri durum tuzda da görülür. Tuz, her biri saydam olan küçük kristallerden oluşmuştur ama bunlardan büyük bir miktar bir kapta bir araya gelince gözümüze beyaz renkte görünürler.